Deniz Uzak, Göç Yolları Yakın

Bir halk otobüsü hikayesi

Günlerden bir gün, yine 522B’de muazzam bir İstanbul seyahati yaparken kafamdan bir sürü düşünce akıp gidiyordu. “Harika bir şehir! Boğaz’ı muhteşem! Denizsiz zor be abi… Geceleri cafcaflı, gündüzleri ayrı hava!” diye cümleler kuruyordu içimdeki Pollyanna. Gerçekte ise büyük bir boşlukla anıyordum bu şehri. “Bana ne gecelerinden! Benim tek bir gecem var, o da uykuya ne kadar yakınsa o kadar cafcaflı işte…”

Tipik bir Ankaralıydım ve Sting’in söylediği “Englishman in New York” şarkısındaki gibi bir şey de değildi İstanbul’da Ankaralı biri olmak. Denize karşı bozkırı özlemek, K’ların yerine bolca G harfi kullanmak, otobüs kuyruklarına delice riayet etmek, her yerde badem bıyıklı, ucuz takım elbiseli, yılların memuru diyebileceğiniz insanlarla sessiz ama depresif metro yolculukları yapmak demekti Ankaralı olmak. Ve kabul etmek gerekirdi ki bir Ankaralının yolu İstanbul’da ilk Taksim’e düşerdi. Diğer yerleri bir nevi dizi setiydi onun için. Ve yine bir Ankaralı İstanbul’un en çok Ankara’ya dönüşünü severdi.

Otobüs yol aldıkça dar ve sıkışık Ümraniye caddelerinde –ki on küsur senedir bu şehirde yaşamama rağmen hala yer bildirimini doğru dürüst yapamam ve “Neredesin?” diye sorduklarında koca bir ilçe adından başka pek bir şey de tarif edemem- aklıma çocukluğum geldi. Daha o zamanlar, İstanbul’a anneanne-dede ziyaretleri için geldiğimizde bile bu şehir beni hayal kırıklığına uğratmayı başarmıştı. Esenler Otogarı’nı görmemle başlıyordu ilk kırılma. Evler ne kadar yakındı birbirine, ne kadar kalabalıktı bu şehir ve ne kadar korkutucuydu! Evet, belki ben Ankara’da biraz steril bir yaşam içerisindeydim ama koca İstanbul’un suyu bile akmıyordu be! Köylerde çeşmeye su doldurmaya gitmek ne kadar tabi ise burada bunu görmek hiç normal değildi. Biz ki Ankara’da musluk suyu içebilen bir grup şanslı azınlıkmışız oysa.

O zamanlar çok kınamış olmalıyım ki gördüklerimi Tanrı beni burada yaşamakla cezalandırdı diye düşünüyordum. “Yuh, ne kadar abartmış” diyenler elbette olacaktır. Ve elbette birçok insan Ankara’ya ya da Anadolu’nun herhangi bir diğer kentine karşı çok daha acımasız argümanlar geliştirebileceklerdir. Ve ben belki de bu iki şehir arasındaki anlamsız rekabetin üzerine sadece tuz biber ekiyorumdur.

Otobüs paldır küldür ilerlemeye devam ediyordu. O anki mutluluğum, kısmen uzun bir İstanbul seyahatinde oturabiliyor olmaktan ibaretti. İçimden geçen dilekse başıma yaşlı, hamile ya da çocuklu birinin dikilmemesinden yanaydı.

İç sayıklamalarım birbiri ardına devam ediyordu. Ankara’da her Perşembe deli gibi Kızılay’daki büfelerin birinin önünde biterdim. Bilen bilir; Penguen dergisi Perşembeleri çıkardı. Ben de yeni dizilmiş dergilerden birini hemen alır ve okumaya koyulurdum. Serkan Yılmaz’ın yazıp çizdiği “Dudullu Postası” favorilerim arasındaydı. Asım Velioğlu (Köşem Var Yazı-Yorum) ise sıkıcı dünyada sıkıcı şeyler yazmayan tek köşe yazarıydı. O zamanlar -o zamanlar dedimse 2007-2008 falan- büyük bir cahillik örneğine de imzamı attığımı daha bilmiyordum. Dudullu bana hep Serkan Yılmaz’ın uydurduğu bir isim gibi geliyordu. Her hafta bu isme gülmekle hem cahilliğimi hem de ne kadar düz bir insan olduğumu kanıtlar gibiydim. Bilmiyordum ki İstanbul’da Dudullu diye bir yer varmış ve gün gelecek ben de onun yakınlarında bir yerlerde yaşayacakmışım! İnsan kınadığı şeyi yaşamadan ölmezmiş ya, bense dalga geçtiğim şeyi bile yaşamak durumunda kalıyordum. Kim bilir bu müstehzi tavrım başıma daha ne işler açacaktı!

Ümraniye sokaklarından nihayet Kavacık’a ulaşmıştık otobüs halkı olarak. Birazdan denizi görebilecektik ve yine birazdan Boğaz’a bakıp iç geçirebilecektik. Her ah edişimiz kadar uzaktık ona ve bir o kadar da yabancı. Ama olsun… O bizim de Boğaz’ımızdı. Gitmesek de, bir çayını içmesek de bizim de Boğaz’ımızdı ve bunu bizden kimseler alamazdı.

İşte yaklaşıyoruz. Zor oldu ama değmedi mi? Şu denize bir bak! Yandaki teyze bir şey demese de camı açıp bir Boğaz havası alsak… Bırak be teyze! Boğaz bu, bir şeycikler olmaz boynuna! Hem bakarsın şifa bile bulursun dertlerine…

Ve mutlu son… Denizi, Boğaz’ı, yalıları, saraylarıyla o muhteşem manzara… Vallahi trafik de olmasa tadını çıkaramayacağız bu anın. Tüm yolcular, ayaktakinden oturanına, bebek pusetindeki yavrucağıza kadar mest olmuş bir şekilde izledik manzarayı. Yine doyduk İstanbul’a… İçimizde bir coşku, bir sevinç… Kime teşekkür etmeli ki…


Hadi hadi, itiraf et… Şu yalıda ben otursaydım demedin mi? Yine aynı edepsiz iç sesin “abi oraya para mı dayanır, elektriği var, suyu var, ısıtması bir dert, temizle temizle de bitmez hani” demedi mi? Ah be dostum! Hayalleri de cebi kadar küçük dostum! Ne kadar da uzağız oysaki bu dünyaya! Cebindeki akbil kadar uzağız ona… Her ay minimumunu ödediğin kredi kartı kadar uzağız. Beynimizde bile bir araya getiremiyoruz yalının aylık elektrik parasını… O kadar uzağız işte…

Ama bizim Marmaray’ımız var, metrobüsümüz var, onumuz var bunumuz var… Nankörlük etme! Hem otobüslerde yerçekimsiz ortamda gibi, hiçbir yere tutunmadan ve dahi hafif havada asılı şekilde gidemiyor muyuz? Daha ne istersin? Zenginin malı züğürdün çenesi misali… Sen İstanbul’a 30-40 kilometre uzakta yaşayacaksın ki Boğaz’ı gördüğün her o emsalsiz otobüs seyahatinde şükredeceksin burada yaşıyor olmaya…

Hadi gel, farklı bir şeyler yapalım bu defa. Bu şehir seni, beni, bizleri kusmadan bozkırımıza, kasabalarımıza, köylerimize geri dönelim. İnan hiçbir şey anlamayacaksın döndüğünde… Belki daha iyi bile hissedeceksin. Toprak sana verecek betonun veremediği değerini… Biraz yavaş yaşayacaksın belki ama yaşayacaksın be dostum! Acımasız ev sahipleri, burnundan kıl aldırmayan yönetici, selamı-sabahı bilmeyen, nezaketten uzak komşu derdin ve hayal kırıklığın olmayacak. Yine uzak olacaksın Boğaz’a, denize ama anlamlı olacak her şey biraz daha…

Deniz uzak ama huzur göç yolunda…