"Hiraeth"
Aidiyet ve hafızanın göçebeliği üzerine.
Küçükken, hissettiğimiz duyguların; tutku, mutluluk, öfke, acı gibi, bize doğuştan bahşedildiğini düşünürdüm. Bütün hayatımız boyunca içimizde, sahip olacağımız duygular olacaktı. Net olduğu kadar da bulanık bir düşünceydi bu.
Bu duyguların aslında bir kutuda saklı olduğunu ve merak içinde açıldıklarında ortaya çıkacaklarını bilmezdim. Ve bu duyguları, deneyim ettikçe bulmanın yanı sıra, daha önemli olanın onları asıl kaybettiğimizde bulmak olduğunu da bilmezdim.
Benden yaşça büyük birinden duyduğumda anladım aslında hiçbir duyguyla henüz karşılaşmadığımı.
Adım adım, bir duraktan öbürüne geçerken elde tutulur bir duygu hissedebilmeyi öğreniyormuşum, bunu anladım. Sonbaharda bir sabahın ince soğuğu gibi çarpınca içime. Ya da birden bastıran ilkbahar yağmuru geldiğinde, çok ani, bir o kadar da irkilten ve derin bir uyuşukluktan uyandıran görünmez bir güç gibi.
Bu günlerde, bir anın içinde hapsettiği bunca karmaşada, düşüncelerimizde boğulurken nefes alamadığımız anlardan birinde, kendimi bambaşka bir duyguyu keşfederken buldum.
Okumalarımda hep karşıma çıkmasıyla şüphe götürmez bir keşifle karşıma çıkacağını anlıyordum, hayatımın tam o noktasında bulmalıydım bu hissi. Evrenin bana hayatımda neleri fark etmem gerektiğini parmakla gösterdiği ilk an değildi bu; zamanın içinde beni bulması gerektiği anı kovalayan o küçük dokunuşlardan biriydi.
“Hiraeth”
Hiraeth, Gallerlilerin 'evi özlemek' konseptine bir yaklaşımı denilebilir, yaklaşık olarak "nostalji" olarak çevrilebilir, ya da daha yaygın bir terimle 'yurtsama' (yurt özlemi). Çoğu Gallerli bu kelimenin çevrilmesinin imkansız olduğunu savunur, çünkü yalnızca 'bir şeyi ya da birini özlemek' anlamından ötedir ifade ettiği şey. Bazılarına göre yaşamları içinde bir dönemi, bir anı ya da bir kişiyi özlemeye tekabül eder. Bir yandan bu kişi ya da yerin özlemini acı bir gülümsemeyle anarken, bir yandan o kişinin ya da zamanın varlığına şükran duymaktır.
Bir arkadaşımla kahve içiyorduk, elimi çeneme dayamış, Ankara'yı seyrediyordum. Işıkları izledim, insanların akışını; bir nehir gibi durdurulamaz oluşlarını bu an içinde.
Herakles'in de dediği gibi, "Bir nehirde iki kez yıkanamazsın". İkinci kez yaşayamayacağım her şeyi hatırlamaya başladım o an. O anlara ne kadar değer vermiş olsam da, kaybettim onları. Hiçbir sebep olmasa bile, geride bıraktım. Biliyordum kendimi hiçbir kişiye, yere ait hissetmediğimi. Her zaman korkmuştum onları kaybetmekten. Belki sıkıca tutsaydım avuçlarımda, bırakmazdım onları; ama bu benim yapacağım bir şey değildi o zamanlar. -- Arkadaşım aklımdan neler geçtiğini sordu o an, düşüncelerimde kaybolmuş görünüyordum. Ona tüm bu duyguları anlatmak istedim, ama yapamadım işte.
Her ne zaman o anları düşünsem, göğsümde bir ağırlık beliriyor ve bana diyor ki, "Oraya bir daha asla ait olmayacaksın!".
Zamanın çizgisel olmadığı doğru, evren hiçbir şeyin birbirine temas etmediği de doğru; bir daha aynı noktaya temas etmeyeceğimi, hatta yaklaşamayacağımı bilmek bu noktada ağır geliyor.
Kendimi bu düşüncelerle çok boğuyorum belki de, bu bir duygunun sancılı patikası da olabilir, ama anlatmanın tek yolu bu benim içimde. "Arzu" ile geri dönmeye çalışma hissi değil bu, biliyorum, öyle olsaydı bir ihtimal olurdu geri dönmek için, ne kadar zor olacak olsa da. Ancak şimdi kesinleşiyor bütün çizgiler aklımda; onları dönülemez ilan ettim çoktan.
Beni buraya getiren duygu da bu sonuçta, içimde birikmiş duyguların sonunda ortaya dökülüvermesi. Sanat da kendini böyle var etmez mi zaten? İçimizdekini dışa vurmak için bizi itekleyerek. İşte buradayım, kendimi ifşa ediyorum. Yeni bir duyguyu doğuruyorum. Yeni bir dünyaya.