Ayna.

Dağılıyor aydınlık yavaş yavaş. İkimize kalan yalnız karanlık.

 

Uygun, boş bulduğu bir sokağa inmek istedi Mona. İnsanlardan uzak bir sokak bulmak imkânsızdı. En azından işlek olmayan, insanların dışarı çıkmaya çekindiği bir yer bulmayı hedeflemişti kendine. Zira dikkat çekmekten hiç hazzetmezdi. Hatta şu hayatta en korktuğu şeydi belki de tüm dikkatleri üzerinde toplamak. Yeşil gözlerini çepeçevre saran kirpiklerini birbirlerine iyice yaklaştırıp inilebilecek bir yer aradı. Yaz günü olmasına karşın, kanatları kış günlerine kıyasla daha çok üşümüştü sanki. Hem kanatlarını birazcık ısıtmak hem de dinlenmek istiyordu. Onu buralara kadar kovalayan süvarilerden kaçmaktan yorulmuştu.

Süvarilerden kurtulmuştu kurtulmasına fakat endişesi ve korkusu hâlâ sönmemişti içinde. Gözlerinde yanan ateş, semalarında süzüldüğü ufak şehri aydınlatmaya yetiyordu. Sağ eliyle yüzüne gelen saçlarını geri attı. Rüzgârın; dipleri kumral, uçları güneşle boyalı saçlarında gezmesine izin verircesine kapattı gözlerini.

Üşüdü birden tüm şehir…

Yeryüzüne paralel seyreden bedenini dikleştirdi yere yaklaşınca. Gözüne kestirdiği basit bir sokağa inmeye karar vermişti. Yumuşak bir iniş olsun istediğinden – hem de muhite yabancı olduğundan – biraz ağır bir edayla bastı ayaklarını yere. Önce parmak uçlarıyla, daha sonra topuklarıyla yeşertti indiği arnavut kaldırımını. Kanatlarını önden bakıldığında görünmeyecek şekilde topladı sırtında. Kanatlarının bu derece beyaz oluşu, bir insanda kanat olmasından daha garip gelebilirdi mahalle eşrafına. Bu sebepten olsa gerek, gizlemek istedi onları. Arkasını bir duvara yaslayıp etrafı izlemek, muhiti ve insanları biraz olsun tanımak istedi. Dikkat çekmeyi sevmediği kadar yabancı kalmayı da sevmezdi. Ki zaten yabancılar genelde hep daha çok dikkat çekerdi. Bu yaşına kadar edindiği tecrübeye dayanarak düşünmüştü bunu.

Elbisesi de kanatları kadar beyazdı Mona’nın. Elbise uzun değildi fakat kısa da sayılmazdı. Diz hizasının az üstünde olan eteğinin çift katlı kumaşı, üst vücut bölgesindeki yatay katlamalar ile uyumluydu. Üstünde hiçbir desen olmamasına şaşmamalıydı. Mona’nın sade güzelliği; elbiseyi çok daha parlak, çok daha beyaz ve çok daha zarif gösteriyordu. Hatta öyle ki elbisenin Mona’dan başkasına yakışabileceğini düşünmek aptalca olurdu. Gerdanı açık, omuzlarıyla dirseği arası örtülmüştü. Elbisenin balon şeklinde dikilmiş kolları şiddetli rüzgarla beraber salınıyor, gizlediği güzelliği açığa çıkarmak için uğraşıyordu.

Üşüdü birden Mona.

Birkaç dakika kadar böyle süzüp durdu etrafı. Üşüyen kollarını elleriyle ovuşturarak ısıttı kendini. Her ne kadar içindeki titreme dinmiş olsa da tam olarak ısınmış hissedemiyordu. Etrafından geçip gidenlerin çekingen bakışları arasında sıkışmış gibiydi. Hareket edemiyordu. Konuşamıyordu. Konuşmayı, onlara her şeyi anlatıp bir an önce sırtındaki bütün yükü oraya bırakmak istiyordu. Keşke konuşabilseydi. Keşke konuşabilseydi de anlatsaydı yaşadıklarını. Yapamıyordu.

Ağzını açıp iki çift söz etmek ağır bir eylemdi şu anda. Kelimeleri dudaklarının arasından salıvermek yerine öylece bakmak, yalnızca gözleriyle anlatmak istiyordu olan biteni. Kolay olanı seçtiğini düşünüyordu fakat yanılıyordu. Bu da zordu. En az konuşmak kadar bakmak da zordu. Hiç değilse bunu yapabiliyordu. Kalbindeki hissi kaybetmemişti henüz. Bunu fark ettiği anda yüzünde belli belirsiz bir gülümseme oluştu. Kara bulutların arasından geçen ilk ışık huzmelerinin kurumaya yüz tutmuş bir ağacın yaprağına temas ediş anı gibiydi. Ona bakan çekingen bakışlar kaybolmuş; yerini sevgi dolu, merhamet dolu bakışlara bırakmıştı. Bunu görünce daha da keskinleşti gülüşü. Yüzündeki neşenin belirginleşmesiyle sokak daha da aydınlanıyor, insanlar daha az korku veriyordu Mona’ya. İnce dudaklarındaki belli belirsiz titremenin durmasından anladı artık korkmadığını. Elleri terlemiyor, göğsünde soğuma ya da sıkışma olmuyordu. Biraz rahatlamıştı.

Yenilenmenin verdiği taze bir bakışla kaldırdı gözlerini yerden. Gözbebekleri büyüdü. Ruhundaki anlık ferahlık artık sıcak bir savaş meydanına dönüşmüştü. Gözlerinde, yeşilliğin tam ortasında, büyüyen karanlık tüm duygularını esir almaya, yüreğini işgal etmeye çoktan başlamıştı sanki.

Karşısında dimdik duran gümüş işlemeli aynaya uzun uzun baktı. Yine korktu. İçindeki ürperti bu kez kontrol altındaydı. Elleri titremiyordu. Yalnızca göğsünün içinde bir boşluk hissediyordu. Tüm hislerini içine çeken dipsiz bir boşluk. Aynayı buraya kimin koyduğunu görmemişti. Onu korkutan da buydu zaten. Etrafında dönüp duran, ona gülümsemesini armağan eden insanlar şimdi de müthiş bir ihanet mi hediye etmişti Mona’ya?

Olamazdı. Etrafını hızlı hızlı süzüp çevresinde öylece dikilen mahalle eşrafı arasında bu aynayı onun önüne kimin koyduğunu anlamaya çalışıyordu. Zaman geçtikçe korku öfkeye dönüşüyor, öfkelendikçe öfkesini dışa vurmaktan korkuyordu. Bu kısır döngü içerisinden bedenini savurup atmaya çalışırken bir de aynadan kurtulmanın yolunu düşünmeliydi. Etrafı o kadar kalabalıktı ki adeta tutulmuştu olduğu yerde. Sokağın tüm sakinleri yavaş yavaş evlerinden çıkıp başında toplanıyorlardı bu güzel kızın. Hiçbir şey yapmayıp öylece izliyorlardı kızı ve aynayı.

İnsandan çok birer kukla gibiydiler artık sanki. Gözleri aynı, yüzleri aynıydı. Sesleri çıkmıyordu. Mona buraya indiğinden beri tek kelime etmemişti kimse. Ama muhtemelen sesleri bile aynıydı. Çevresindeki kalabalığın kapkara gözleriyle onu olduğu yerde çivilemesi yetmezmiş gibi ayaklarının yeşillendirdiği Arnavut kaldırımının taşlarının arasından kırmızı, dikenli bir çift sarmaşık bitivermişti. Kan rengiyle boyalı sarmaşık bir anda Mona’nın ayaklarını bileklerinden sarıp sabitledi olduğu yere. Artık kalabalık tek sözüyle kaybolsa dahi hareket edemeyecekti Mona. Ayak bileklerinden yere süzülen kana aldırmadan boynunu dik tutmaya çalışıyordu. Dudakları ve elleri yeniden titremeye başlamıştı. Korkuyordu.

Mona, Zümrüt Sokak taşlarında mahsur kalmıştı. Çıkamıyordu dışarı. Yükselemiyordu arkadaş olduğu bulutların yanına. O kadar korkmuştu ki ilk kez duymuştu gökyüzü Mona’nın sesini. Dayanamadı. Bir Çığlık kopardı. Mona bağırdı, gökyüzü dinledi. Kalabalık, dağıldı.

Kimse kalmamıştı etrafında. Yalnızdı artık bu ufak şehrin yemyeşil sokağında. Yalnızca bir meydan, bir sokak, bir kız ve bir de ayna kalmıştı. Bunlar dışında her şey toz olup gitmişti. Mona’nın izini süren süvariler bile yok olmuştu. Kafasını kaldırdığında gökyüzünde ne atlarının sesi ne de çelik kalkanlarının çınlamasını duyuyordu. Yalnızca bembeyaz bir boşluk görüyordu gökte. İçindeki kara boşluğu yenmeye çalışan bembeyaz bir boşluk. Aynadaki ışıktan bile daha beyaz, daha parlak.

Bembeyaz bir boşluk…

Boşluk büyüdü.

Üşüdü birden beyaz dahil tüm renkler.