Aynı Dili Konuşuyoruz: Kültürün Kalbine Bir Yolculuk

Kalbin diliyle konuşanlar, her yerde birbirini anlar.

“Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir.”

– Mevlana

Aynı alfabeyi kullanmasak da, aynı duygulara sahibiz. Aynı yemekleri yemesek de, aynı soruları soruyoruz. Mevlana’nın yüzyıllar önce Konya’da söylediği sözle, Tolstoy’un Rusya da yazdığı cümle arasında görünmez bir köprü var: İnsan, her yerde insan.

Bazen hiç bilmediğimiz bir melodiyi duyar gibi oluruz içimizde. Tanıdık ama unutulmuş bir şeyin sesi… Belki çocukken duyduğumuz bir söz, belki bir türkü, belki bir kokunun hatırlattığı bir an. İşte o anlar, bize kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi usulca hatırlatır.

Kültür, yalnızca geçmişten bugüne kalan bir miras değildir; aynı zamanda bugünü anlamlı kılan bir köktür. İnsanın kendi kökleriyle ilişkisi tıpkı bir ağacın toprağa olan bağı gibidir. Kök ne kadar derinse, ağaç da o kadar sağlam durur.

Tolstoy, hayatının ilerleyen dönemlerinde sadeleşti. Kalabalık salonlardan uzaklaşıp tarlalardaki sessizliğe sığındı. Yalın bir hayatın içinde, kendi halkının değerlerinde yeniden anlam buldu. Bu dönüş, gösterişli bir kopuş değil, içsel bir yakınlaşmaydı. Anlam bazen en basit olanın içinde gizlidir. Ve bu anlam, dünyanın her yerinde kendini aynı şekilde duyurur.

Doğu’da Mevlana “Ne arıyorsan kendinde ara” der. Batı’da Tolstoy “Kim olduğunu, neden dünyada olduğunu bilmeden yaşam imkânsızdır.” diye yazar. Coğrafyalar farklı olsa da, bu iki sesin işaret ettiği hakikat aynıdır: Kendine dön.

Yunus Emre’nin de dediği gibi:

“İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir.”

Kendi özümüzü tanımak, bilmenin en derin yoludur.

Kendine dönmek; dışa kapanmak değil, başkasını reddetmek hiç değil. Tam aksine, kendi kökleriyle barışan insan, başkasını da anlamaya daha çok yaklaşır. Öz kültürümüzü tanımak, ona şefkatle yaklaşmak, bizi daha bütün bir insan yapar. Dış dünyayla daha uyumlu, daha farkında, daha derin bir bağ kurmamızı sağlar.

Bir insanın kendi diline, geleneklerine, geçmişine sevgiyle bakması; başkasına saygı duymasının da temelidir. Çünkü kendi değerini bilen, başka değerlere de yargılamadan yaklaşır. Bu yüzden öz kültürümüze dönmek, bir sınır çizmek değil; içten gelen bir dengeyi bulmaktır. Zaman geçtikçe, şehirler büyüdükçe, hayat hızlandıkça bazı şeyler sessizleşiyor gibi görünüyor. Ama o sessizlikte hâlâ bir şey fısıldıyor kulağımıza. Bir masal, bir dua, bir türkü, bir isim... İçimizdeki bir yer hâlâ biliyor nereye ait olduğunu.

Mevlana’nın çağrısı hâlâ geçerli:

“Gel, ne olursan ol yine gel.”

Ve bu çağrı, aslında sadece bireylere değil, insanlığa yönelmiş bir çağrıdır. Bu çağrıda ne yargı vardır ne dışlama. Yalnızca bir hatırlatma: Kim olduğunu unutma. Çünkü hepimiz farklı yerlerden gelsek de aslında aynı dili konuşuyoruz:

Kalbin, hakikatin ve insan olmanın dili.

“Saygı, sevginin doldurması gereken boşluğu doldurmak için icat edildi.”

-Lev Tolstoy