Bitkisel Bir Söyleşi / 13. Bölüm

Doğa bizlere düşünmek, hayal kurmak, sorunlarımıza çözümler üretmek, yeni ve farklı olanı yaratmak konularında esin verebilir.


2020 yılına yangınlar, seller ve depremlerle başlamışken, buzulların erimesiyle ortaya çıkabilecek “antik” hastalıklardan ve insanlığın sonunu mikroskobik yaşamın getireceğine dair inancımdan henüz birkaç yazı öncesinde bahsettim. Ansızın ortaya çıkan “Corona” virüsüyse bizleri "yılın geri kalanında kim bilir daha neler yaşayacağız" diye kara kara düşündürüyor olabilir sevgili bitki dostları. Sanırım içinde yaşadığımız doğa ile kavga etmeye ve onu kendi istediğimiz gibi biçimlendirmeye uğraştıkça yepyeni sorunlarımız ortaya çıkacak gibi gözüküyor ama siz yine de tüm bu olumsuzlukların sizi eve hapsetmesine izin vermeyin. Bu günlerde doktorların da kalabalık ortamlardan uzak durmamızı tavsiye ettiğini göz önünde bulundurarak yakınımızdaki yeşil alanlardan ve “güneş girmeyen eve doktor girer” deyişinin hakkını vererek güneş ışığından mümkün olduğunca faydalanmaya çalışmamız gerekiyor.

Kışın soğuğu, yazın da sıcağı bahane edip evde oturmak sağlığınızı korumak yerine bağışıklık sisteminizi daha da zayıf hale getiriyor. Doğada yürümenin özellikle kalp ve ruh sağlığı üzerinde olumlu etkileri olduğunu ileri süren Japonlar sağlıklı bir yaşam sürebilmek için orman yürüyüşleri yapmayı öneriyorlar. Bu doğal terapiye de “shinrin yoku” yani “orman banyosu” adını vermişler. Hayatımın en zor dönemlerinden birinden geçerken ben de bu orman banyosunun çok faydasını gördüm. Umutsuzluk, tükenmişlik, keder ve yalnızlık hissinin yerini nasıl da kolaylıkla doğayla bütünleşme, zindelik, iyimserlik ve huzurun alacağını size oturduğum yerden kelimelerle tam olarak anlatabilseydim keşke ama bunu bizzat sizin yaşayıp deneyimlemeniz gerekiyor. Özellikle de stresten ve odaklanma bozukluğundan şikayet edenlere, bitkisel söyleşilerimizin başından beri bunu tavsiye ediyorum. İnanın bir kez başladığınızda gerisi geliyor.

Eğer yakınlarınızda bir orman varsa gerçekten çok şanslısınız, yoksa da bunun için biraz yolculuk yapmaktan asla çekinmeyin çünkü bu bahsettiğim deneyimi yalnızca el değmemiş veya “peyzaj” adı verilen yapaylıkla(!) kirletilmemiş bir doğa parçasında deneyimleyebilirsiniz. Doğada tek başınıza yürürken kendinizi güvende hissedemiyorsanız günübirlik doğa yürüyüş organizasyonlarına katılmak sizin için harika bir başlangıç olabilir. Pek az insan gibi -maalesef- bitkilere karşı bir ilginiz de varsa, bu yürüyüşlerinize daha sonraları tek başınıza da devam etmek isteyebilirsiniz. Genellikle gezi ve yürüyüş organizasyonlarında çevrenizi tanımak için yeterince özgür olamayabiliyorsunuz ve çoğu katılımcı oraya bitkileri tanımaya değil spor yapmaya ya da fotoğraf çekmeye geliyor. Fakat yine de cesareti olmayanlar için bu tür organizasyonlar size neler yapabileceğiniz konusunda bolca fikir verebilir.

Az sayıda olsalar da bitki, kelebek ve kuş gözlemi yapan grupların da benzer aktiviteleri, zaman zaman paylaşımlar yaptıkları bloglar bulunuyor. Bunları da takip edebilirsiniz. Ya da sosyal medya üzerinden kendi grubunuzu oluşturabilir, kendi amatör grubunuzla keşif gezilerine çıkabilirsiniz. Sürekli gitmekten hoşlandığınız bir yer bulduğunuzda, burayı yıl boyunca gözlemleyerek, doğadaki mevsimsel dönüşümlere bizzat şahit olmanın keyfini yaşayabilirsiniz. Bu size çevrenizdeki bitkilerle ilgili gerçekten çok fazla şey öğretebilir. Malzeme olarak, iyi bir çift yürüyüş ayakkabısı, sizi nemden ve soğuktan koruyacak bir yağmurluk, içinde yiyecek ve içeceğinizin, size rehberlik edecek bir kitabın, bir not defterinin ve kamerası olan bir telefonunuzun olduğu hafif bir sırt çantası dışında ihtiyaç duyacağınız en önemli şey “duyularınız” olacak.

Ormandayken üzerinde yürüdüğünüz yaprakların çıtırtısını, rüzgarın uğultusunu, hayvanlarının çıkardıkları sesleri, eğer şanslıysanız küçük bir derenin, kurbağaların ve günbatımından itibaren bülbüllerin huzur veren şarkısını dinleyebilirsiniz. Burnunuza ağaç kabuklarının, yosun tutmuş kayaların, toprağın, çeşitli otların kokuları taşınacaktır. Gözleriniz her mevsim değişen manzarayla ve ona ait renklerle bayram edecektir. Eğer mevsimindeyseniz ve onları tanıyorsanız, bir böğürtlen çalısı (Rubus idaeus), bir ağaç çileği (Arbutus unedo), bir yaban mersini (Vaccinium myrtillus), bir karayemiş (Prunus laurocerasus) ya da bir kızılcık (Cornus mas) size taze meyvelerinden ikram edebilir. Ağaç kabuklarını, onları saran yosunları, yaprakları ve çiçekleri sevip okşayabilir, daha önce hiç yapmadıysanız yaşlı bir orman ağacına sımsıkı sarılabilirsiniz. Çekinmeyin, çünkü bunu yaparken etrafınızda bu yaptığınızın “tam bir saçmalık” olduğunu söyleyecek kimse olmayacak. Daha önce belki hiç görmediğiniz pek çok canlının evi olan bir ağacın yaydığı o benzersiz güven duygusunu özgürce hissedebilmenize engel olabilecek hiçbir şey ve hiç kimse olmayacak.

Vincent Van Gogh'un ünlü "İris Çiçekleri" tablosu.

Tek yapmanız gereken korkmadan, çekinmeden bütün duyularınızla doğayı kucaklamak. Monoton hayatınızı bir yarım saatliğine askıya alıp sadece o anı yaşayabilmek mümkün. Göreceksiniz, “orman banyosu” size de iyi gelecek. Ne mutlu ki kısa bir süre sonra, yani Mart ayından itibaren doğa yeniden kış uykusundan uyanacak ve bir süredir görmeyi özlediğimiz baharın ilk çiçeklerini yeniden görmeye başlayabileceğiz. Hepimizin bu umuda ihtiyacı var. Hemen olmasa da bir süre sonra, işte tüm bu hissettiklerinizle bütünleştiğinizi, başından beri buraya ait olduğunuzu hissetmeye başlayacaksınız. İçinizde (ya da genlerinizde) halihazırda bulunan ama size unutturulan o sihirli bağlantı (ücretsiz wifi bağlantısından çok daha önemli bir bağlantı) yeniden kurulacak. Eğer gerçekten isterseniz, bu terapi sizi iyileştirebilir, kendinizi daha iyi hissettirebilir. Doğa sürekli olarak düşünmek, hayal kurmak, sorunlarımıza dair çözümler üretmek, yeni ve farklı olanı yaratmak konularında bize esin verebilir.

Esinlenmek deyince akla gelen, yüzünü doğaya çevirmiş, bitkilerin gizemli güzelliklerinden esinlenen pek çok ünlü sanatçı ve unutulmaz eserleri de var. Sanatından çok bahçesindeki gölette yetiştirdiği ve gözündeki katarakta rağmen resmettiği nilüfer çiçekleriyle gurur duyduğunu söyleyen Monet, “Çiçekleri şayet görülen boyutuyla resmetseydim hiç kimse onları benim gördüğüm gibi göremezdi”, diyerek dev gelincik ve kana çiçeği (Canna) resimleri yapan Georgia O’Keefe, buğday tarlalarını, iris çiçeklerini (Iris germanica) veya ayçiçeklerini (Helianthus annuus) görmeye alışık olmadığımız olağandışı bir büyüleyicilikle resmeden Van Gogh, ölüm döşeğinde dostlarının ona getirdiği kristal vazolara konan mis kokulu leylakların (Syringa) resimlerini yapan Manet, çuha çiçekleri (Primula veris) gibi baharın erkenci çiçeklerinin resimlerini yapan Dürer ve tam bir gül aşığı olarak yaşamı boyunca gülleri resmetmiş ve nihayet bir gül türüne de adı verilmiş olan Fantin-Latour gibi sanatçılar resim konusunda ilk akla gelenler. Delibes’nin Lakme operası için bestelediği “Çiçek Düeti”, Delius’un “Cennet Bahçesine Yürüyüş”ü, Tchaikovsky’nin Fındıkkıran Balesi için bestelediği “Çiçeklerin Valsi” bitkilerden esinlenilen müzikal eserlerin başında yer alıyor. Yanı sıra krizantemler (Chrysanthemum) Puccini’yi, güller Faure, Straus ve Bizet’yi, süpürgeotları (Calluna vulgaris) Debussy’i bu çiçekler konusunda besteler üretmek konusunda esinlemiş. Heykel sanatında ise çağdaş heykel sanatçısını Jeff Koons’un 60.000 çiçekli bitkiyi kullanarak oluşturduğu “Puppy” adlı dev köpek yavrusu heykeli, esin kaynağı bitkiler olan sanat eserleri arasında belki de en unutulmaz olanı.

Çağdaş heykel sanatçısı Jeff Koons'un 60.000 çiçekli bitkiyi kullanarak yaptığı "Puppy" adlı köpek yavrusu heykeli İspanya'nın Bilbao kentindeki Guggenheim Modern Sanat Müzesi'nde sergilenmeye devam ediyor.

Daha önce de bahsettiğim üzere, bitkiler tarih boyunca sözlü ve yazılı edebiyata da esin kaynağı olmuştur. Geçmişten günümüze bitkilerle ilgili burada saymakla bitiremeyeceğimiz kadar şiir, öykü ve roman bulunuyor. Bu yazınsal yaratıcılığın belki de en ilginç örneği, kökeni 18. yüzyılın ilk yarısındaki Osmanlı saray yaşantısına, lalelere karşı olan düşkünlüğe ve onların simgeledikleri anlamlara dayalı olan sembolik bir dilin geliştirilmiş olmasıdır. 19. yüzyılın başlarından itibaren (Kraliçe Viktorya Dönemi olarak biliniyor) adeta kitlesel bir maniye dönüşen botanik merakıyla birlikte bu çiçek dili Avrupa’ya da yayıldı. “Floriografi” (Çiçek yazısı) adı verilen bu bağımlılık bu konuda pek çok kitap ve hatta sözlük yazılmasına bile yol açtı. Dönemin insanlarının duygularını ve düşüncelerini bitkisel aranjmanlar ve içinde çiçek adlarının geçtiği şiirlerle ifade etmeyi seçmeleri oldukça ilginç ve bir o kadar da zarif bir durum. Örneğin bir kadının kendisine gönderilen kırmızı bir gülü saçına iliştirdiğindeki anlam ile aynı gülü yakasına taktığındaki anlamın farklı olması gibi birçok ince detay barındıran bu dil o dönemin aşıklarının mutlaka bilmesi gereken bir haberleşme şekliydi. Floriografinin günümüz insanlarının asla anlayamayacağı bir incelik, tedavülden kalkmış bir gelenek olduğunu düşünebilirsiniz ama bugün hala bu konuya ilgi duyarak bu konuda yazıp çizenler var. Siz de sevdiğiniz çiçeklerin anlamlarını internet üzerinden yapacağınız küçük bir araştırmayla floriografi sözlüklerinde bulabilirsiniz. Hepinize bol çiçekli günler.