Eğer dünyada bir sihir varsa, bir başkasını anlama çabasında gizli.
Üretmeye ve depresyona ve yine insanlara, büyük gözlerle oturabilen o düşünceli tatlı insanlara, her seferinde kaybolan her nüans için.
Lisedeki öğretmenim bana çocukların resim çizmelerinin onlar için bir ihtiyaç olduğundan bahsetmişti. Hayal kurdukları şeyi çizebilmek veya anlatabilmek için yeterince kelime dağarcıkları veya motor kuvvetleri olmadığını, bu yüzden çocukların çizdiği o koskocaman karalamaların ne olduğunu ne zaman sorsa, hikayeler dinlediğini söylemişti. Demişti ki bu bir içgüdüymüş.
Geçenlerde tekrar aklıma düştü bu. En başından beri kendimizi anlatabilmek için ne kadar yanıp tutuştuğumuzu, mağara resimlerinden şimdi müzeleri dolduran tablolara, Spotify’daki kilobaytlarca diskografiden kütüphanelere kadar, dertleşen, konuşan, var olan her insanın tek isteğinin böyle basit bir şey olması. Sırf bunun için diller, işaretler ve bilimler icat etmemiz. İnsanlar birkaç taştan geldi ve şimdi Netflix var.
Sırf bu yüzden mi sosyal hayvanlarız? İletişim kurmak için, birinin bize bakıp “Anladım.” diyebilmesi için. İnsanlığın asla çözemeyeceği bir sır, milyonlarca değişkenli bir denklem, kehanet, şiir. Herkesi üretmeye ve depresyona ve yine insanlara, büyük gözlerle sessizce oturabilen o düşünceli tatlı insanlara çeken yegâne devinim.
Neden böyle bir içgüdümüz var? Kim olduğumuzu pek de bilmediğimiz için mi? Birisi belki bize “Bak, gel otur. Sana sen nesin anlatacağım.” Diyebilsin diye mi?
Ben bile beni, ki ben burada yaşıyorum, tanıyamam. Asla kendimle aynı odada bulunamam, diğer insanlarda gördüğüm, hissettiğim şeyleri asla kendimde fark edemem, gerildiğimde veya heyecanlandığımda yaptığım ve beni oluşturan tüm o küçücük detayları, dokunduğumda elimin bıraktığı hissi ve birini gerçekten sevdiğimde onlara nasıl baktığımı asla tecrübe edemem.
Buradan ben ve kendim üzerine felsefi bir tartışmaya girebilirdim. Kişiyi oluşturan şey nedir, ruh mudur, geçmişi midir, kişilik nedir gibi kafa açan bir sürü soru. Hiçbirine cevabım yok ve üzerine düşündüğüm zaman panik olmaya başlıyorum o yüzden buraya girmeyeceğim. Sadece, bilmediğimi söylemek istiyorum. Birine dair o varoluşsal töz, o biricik özel tanım nedir, bilmiyorum. Bu, kafamın içinde animasyon duygularından oluşan bir konsey de olabilir, çocuk bir ben etrafta koşuşturuyor da olabilir, hayatımda bir şekilde beni etkileyen her bir unsur insanlaşmış kavgaya tutuşmuş da olabilir, gerçekten bilmiyorum.
Belki biriyle böyle bir bağlantı kurabilirsek ve ben onu anlarsam ve o beni anlarsa belki de gerçekten kim olduğumuzu birbirimize anlatabiliriz ve en nihayetinde kim olduğumuzu biliriz ve bir varoluşsal sancımız eksilir ve koltukta oturur bir bira açarız ve birbirimize bakmadan biralarımızı tokuştururuz.
Belki de bu yüzden yazmayı bu kadar seviyorum. Eğer gerçekten kendimi olabilecek en iyi şekilde ifade edebilirsem, kelimelerimi ellerimle yoğurup en bütün ve dumanlar tüter haliyle senin önüne koyabilirsem belki de bir anlık anlayabilirsin diye.
Ama isteğimiz ölü değil mi? Başka bir insan tarafından tamamen anlaşılmak imkansız. Seni oluşturan milyonlarca küçük parametre var, genetik kodlamalarından, hayatındaki insanlara ve geçirdiğin o güzel veya berbat tek bir güne kadar, büyüdüğün yerden, yediğin yemeklere ve tüketip beslendiğin medyaya kadar, ben seni, artık kim okuyorsa, asla tamamen anlayamayacağım.
Ki sevdiklerimi düşünüyorum. İncecik ruhlu, nazik yüzlü tüm o insanlarımı. Onların bana hissettirdiklerini. Bir konuyu konuşmakta zorlandıklarında saçlarıyla oynamalarını, kahkahalarını ve kahve kupasını tutuşlarını, yürürken salınışlarını, heyecanlandıklarında dikelmelerini, elime uzanışlarını, düşünürken odanın sağ köşesine bakışlarını. Bu anları yakaladığım anda içimdeki ağlamaklı neşeyi, onları tanıdığım yanılgısına bir anda eklemleri beyaz tutuşumu, göğsümdeki loş umutlu güneşi. İçlerindeki, doğmuş her bir insanın yaşadığı o kıvranmayı ve kaşıntıyı hiç gideremeyeceğimi, onları ne kadar sevsem de asla tam olarak anlaşılmış hissedemeyeceklerini.
Onlar kendilerini ne kadar dürüstlük ve özveriyle bana açsalar da içlerinde bulundukları herhangi bir durumu veya duyguyu anlatırken, tamamen onlara dair kelimeler seçecekler ve ben onları anca kendi anlamlarımla kabul edebilirim ve o yüzden, belki de milyonlarca nüans, bu aramızdaki minnacık boşlukta, yere düşecek ve kanalizasyona yuvarlanacak.
Ve bu, beni inanılmaz üzüyor. Kafamda tüm bunları tartıştıktan sonra genellikle kaşlarım çatık, içimde büyüyen bir panik dalgası masama bakarak yutkunurken buluyorum kendimi.
Sonra resim öğretmenim aklıma geliyor. Onu bir çocuğun resminin üzerine eğilmiş, soru sorarken hayal ediyorum. İyi öğretmenlerin o çiçekli kokusu ve merakını, çocuğu sabırla dinlemesini, kağıdı eline alıp başını yana yatırarak incelemesini.
Belki de birini sevmek, onu asla tamamen anlayamayacağını bilsen de, denemeye devam etmektir.
Çünkü senin bu dünyadaki, çocukluk anılarını anlatırmışçasına o masum varoluşunu, asla anlayamayacağım. Çünkü sana verebileceğim hiçbir şey yok, ve bu boşluk, aramızdaki şu masa kadar boşluk asla kapanmayacak.
Ama sana bakıyorum ve bekliyorum. Neden bu resmi çizdin çok merak ediyorum.
Belki sevgi, tüm dünya yanarken ve evren genişlerken ve güneş ölürken, ve hepimiz bir yerden gelip başka bir yere giderken, ve gökyüzü rengarenk, okyanus kabarmış ve zaman süzülerek uzaklaşırken, sadece birinin, herhangi birinin elinden tutup dinlemek, ve gülümsemektir.
Seninle burada oturup kaybolan her küçük anlamı arayacağım. Bulduğumda ne yapacağımı bilmiyorum. Ama onu ellerimde tutacağıma, bir avuç suyu tutar gibi nazikçe tutacağıma söz veriyorum.