Havva’nın Üç Kızı

Havva'nın Üç Kızı kitabına dair inceleme.

Havva’nın Üç Kızı’nı lisede elime alıp okuduğumda beni çok etkilemişti. Henüz dünyadan habersiz olduğum o yıllarda bu roman bana çok kurgu gibi gelse de bugün okuduğumda Elif Şafak’ın gerçekleri nasıl pençesine alıp yüzümüze vurduğunu açıkça görebiliyorum.

Elif Şafak tarafından 2016 yılında yazılmış olan Havva’nın Üç Kızı, din, coğrafya ve kadın olmakla ilgili eleştiriler sunuyor. Kitap nispeten yeni yazılmış olsa da üstünden sekiz yıl geçmiş ve şaşırtıcı bir biçimde hâlâ bugünün dünyasını tüm gerçekliğiyle çarpıcı bir biçimde yansıtıyor. Türkiye’deki sınıf farklılıklarını, dine karşı bakış açılarını, geçmişte ve bugün de olan siyasi bazı tartışmaları, kadın olmanın hiç değişmeyen zorluğunu kitabında akıcı bir şekilde işlemiş.

Bazen âdeta bizi haşlıyormuş gibi gelen ve ara ara yazarın kaleminin sivriliğini azaltamadığı yerlerde rahatsız olmak kaçınılmaz. Zaten rahatsız olmazsak kitap amacına ulaşamamış demek olur. Özellikle Türkiye’deki iki ayrı ucu, iki ayrı yaşam tarzını, bu ülkenin yaşadığı kafa karışıklıklarını ve kimlik krizlerini dışarıdan ve aynı zamanda içeriden bir göz olarak aktarmış. Yazar hayatının büyük bir bölümünü yurt dışında geçirmiş olmasına rağmen, Türkiye’de ortalama bir ailenin evini bu kadar iyi bilmesi de ne kadar başarılı bir gözlemci olduğunu anlatıyor.

Roman baş karakterimiz Nazperi Nalbantoğlu’nun çocukluğundan başlayıp, otuzlu yaşlarına, yani bugünkü yaşamına değiniyor. Peri, ona hitap edildiği şekliyle, sonradan çok dindar olan bir anne ve dine çok önem vermeyen daha özgür yaşayan bir babayla ve tıpkı onlar gibi biri özgürlükçü diğeri daha dindar iki büyük erkek kardeşle büyüyor. Evdeki “Tanrı” konusundaki karmaşa, Peri’yi her zaman çok etkiliyor ve hep Tanrı’nın ne olduğunu anlamaya, çözmeye çalışıyor. Bu din meselesi de onun için bir ikilem. Oldukça içine kapanık bir çocuk ve sonra da genç olan Peri’nin macerası İngiltere’de Oxford üniversitesine gitmesiyle başlıyor.

Üniversiteye gittiğinde iyice içine kapanıyor ve depresyona giriyor. Bambaşka bir ülke, bambaşka bir dil. Yine de yılmıyor ve elinden geleni yapıyor. "Tanrı" adında bir ders görünce ve arkadaşı Şirin de onu bu dersi alması konusunda teşvik edince kendisi oldukça tartışmalı olan bir profesörle tanışıyor, bu dersle ve diğer iki kız arkadaşı, Şirin ve Mona'yla, hayatı değişmeye başlıyor. Şirin dinsiz, Peri kararsız, Mona'ysa dindar biri. Onları birleştiren yine bu din ekseni oluyor. "Tanrı" dersinde öğrenciler hem kendine hem de dünyaya dair çok önemli içgörüler kazanıyor.

Böylece Peri’nin hislerinden biz de Türkiye ve Avrupa’nın farkını anlamaya başlıyoruz. Avrupa çok daha rahat ve özgür aynı zamanda tarihinden kopmamış bir şekilde yansıtılıyor. Orada yaşamak çok daha kolay. Peri’nin özellikle bunu anladığı çok net bir an var, abisinin düğünü için İngiltere’den Türkiye’ye döndüğünde bunu açıkça fark ediyoruz. İstanbul’da yaşayan kendi ailesinin bile aslında ne kadar geri kafalı olabileceğini görmüş oluyor.

Roman, sürekli flashback’lerle geçiyor, bir geçmişe bir de şimdiye dönüp duruyor. Peri günümüzde Oxford’u bırakmış, Türkiye’ye dönüp kendisinden çok daha büyük bir adamla evli ve üç çocuk annesi olarak karşımıza çıkıyor. Bir burjuva yemeğinde yine toplumun, sınıf sisteminin ve dinin eleştirisinin yapıldığını görüyoruz.

Bu dolu dolu olan ve Türkiye’ye bütüncül bir bakış açısı sunan kitabı herkesin okuması ısrarla tavsiye edilir.