Sen ayrılmak istiyorsun

Beni, arkadaşın hayvanlardan korkuyor diye masanın altında yatan kediyi kovar gibi kovuyorsun. “Üzgünüm.” diyorsun sanki, “Git şimdi.”

Ben ayrılmak istiyorum, dedin.

Az daha neyden diye soracaktım sana. Bizden bahsettiğini anlamamıştım. Enseni kaşıyıp, omuz silktin. Gözlerime bakamıyordun. Suçlu olmayı bir çizgi filmden öğrenmiş gibiydin. Normalde buna gülerdik, sen gülerken daha da iyi bir şaka düşünürdün. Kafandakine bir fragman misali kıkırdardın, sonra daha çok gülerdik. Sana bakarken midemin içinde bir ağaç abartılı bir ses efektiyle alev aldı. Ellerim iki yanımda sallandı, uzaklarda bir yerlerde bir siren sesi duyuldu.  Midem yanıyordu ama ben yine de sakin kalmaya çalıştım.

Yağmur çiseliyordu. Yanımızdan koşar adım bir çift geçti.

 Seninle hiçbir ilgisi yok, dedin.

Sarhoşken yağmura yakalandığımız o geceyi hatırlıyorum. Çocukken ne zaman yağmur yağsa eşofmanımın dizlerinden tutarak tüm su birikintilerine bastığımı anlatmıştım. Derin bir nefes alıp benimle ilgili şeyleri sevdiğini söylemiştin. Beni sevdiğini söylemenin en garip yolunun bu olduğunu söylemiştim, gülümsemiştim. Sen de bunun nasıl olduğunu sorup ilk gördüğün birikintiye zıplamıştın. Eve gelene kadar sırılsıklam olmuştuk. Sonra da yere yatıp ayaklarımızı kalorifere uzatmıştık. 

“Bir şey söyle lütfen.”

Terapistim, hazır cevap bir insan olmamın, büyürken abimle çok kavga ettiğim için gelişen bir savunma mekanizması olduğunu anlatmıştı. Bunu seninle konuştuğumda, benim pantolon askımda en doğru kelimelerle gezen bir kovboy olduğumu söylemiştin. Haydutların benim karşımda bir şansı olmadığını, beni görünce “Lanet olsun, adamım" diyerek üstünde dolar işaretleri olan para keselerini yere bıraktıklarını, silahlarını teslim ettiklerini.

Beni susturmak için öptüğün zamanları düşünüyorum. Kelimeleri ağzımın içinde hissediyorum ve yutkunuyorum.

En son ne zaman böyle vurulduğumu hatırlamıyorum.

Zamana ihtiyacım var sadece, diyorsun. Anca o zaman gözlerime bakıyorsun.

Kirpiklerim, gözyaşlarımı son anda bileklerinden yakalıyor. “Dayan.” diyorlar nefes nefese.

İlk kez ağladığımı gördüğün zamanı düşünüyorum. Kedim, uçabileceğini düşünmüştü. Sonrasında veterinerde ona bu kadar fazla kuş belgeseli izletirsem olacağının bu olduğunu söylemiştin. Televizyon çocuklara neler yapıyor işte. Yorgun gözlerle sana bir an bakıp gülmüştüm. Sonrasında hıçkırıklara boğulmuştum. Bana sarılmadan önce yüzüne yansıyan bir anlık pak endişeyi hatırlıyorum. Ama ne kadar öyle sarıldık da kaldık hatırlamıyorum.

Anlamıyorum, diyorum. 

Ellerimi tutuyorsun. Bir şeyler zırvalıyorsun. Beynim dediklerini annemin uzaktaki tabelayı gözlüğü olmadan okuması gibi dinliyor. Bilmediğim bir dilde bana yol anlatıyormuşsun gibi hissediyorum. Daha da kayboluyorum.    

Beni, arkadaşın hayvanlardan korkuyor diye masanın altında yatan kediyi kovar gibi kovuyorsun. “Üzgünüm.” diyorsun sanki, “Git şimdi.”

Kendimin birkaç kez “Ama,” “Bekle,” ve “Lütfen,” dediğini duyuyorum. Son kelimeyi itiraf edebileceğimden çok daha fazla kez söylüyorum.

Sana bir salon bitkisi daha almamız için yalvardığım günü hatırlıyorum. Öyle bakmamamı, bitkilerin zaten sayıca çokça üstün olduklarını, geceleri oksijen kaçırdıklarını, bize komplo kuracaklarını, ayrıca bu evin bir orman olmadığını söylemiştin. Lütfen demiştim. Sihirli kelimeyi şu şey için kullandığıma inanamadığını söylemiştin. Sonra da bu son demiştin ve alnımı öpmüştün. 

Şimdi, haydutlar beni boğazımın dibinde yakaladılar, bıçaklarını çekip nefesimi kesiyorlar. Beynimin içinde fırtınalar kopuyor. Terapistim denizin ortasında bir kayıkta, ellerini ağzına siper ederek bana panik zamanlarında mutlu olduğum anları düşünmemi söylüyor. Ona uğraşıyorum zaten, diye bağırıyorum kadına. Sesini yükseltmene gerek yok diye sesleniyor bana, bağırarak özür diliyorum. Ellerimize bakıyorum. Sen hala o dilde bir şeyler anlatıyorsun.

Seninle Titanik’i izlediğimiz günü düşünüyorum. Salondaki L koltuğa yayılmıştık, sen patlamış mısırı yakmıştın. Yanmış her şeyin tadının biraz kazandibini andırdığını konuşmak için filmi durdurmuştuk. Üstümüzde salça döktüğün o battaniye vardı. Tüm film boyunca sohbet etmiştik. Koskoca buzdağını nasıl görmediklerinden, o kapının ikisi için de yeterince büyük olduğundan, Fransız kadınların ününden ve bunun ırkçı olup olmadığından bahsetmiştik.

Sessizleştiğimde ağladığımı düşünmüştün. Oysa ben sana âşık olduğumu fark etmiştim. Ama bunu sana hiç söylemedim.

Özür dilerim, diyen sesini duyuyorum. Sonra da ellerimi bırakıp gidiyorsun.

Avuçlarım öylesine havada asılı kalıyor. Sokağın ortasında, ellerim dua eder gibi açık bir şekilde dikiliyorum. Eve gitmeliyim, biliyorum ama evi sensiz düşününce o ağacın alevi şiddetleniyor. Ciğerlerime sıçrıyor. Ormanlar yanıyor sanki, kapkara dumanlar yükseliyor içimden. Kirpiklerim gözyaşlarımı yangından kaçırıyor, birer birer aşağı atıyor. Hıçkırıklara boğuluyorum, ellerimle omuzlarımı sarıyorum. Gözlerimi kapatıp nefes almaya çalışıyorum.

Her bir mutlu anımda seni buluyorum.  

Bu ironi gülümsetiyor beni. Sakinleşmeye çalışmaktan vazgeçiyorum, onun yerine sadece yürüyorum.