Sinemanın Dahi Çocuğu ve Filmleri Üzerine Kısa Bir Yolculuk

Sinema tarihine damga vuran isim: Stanley Kubrick.

Stanley Kubrick (26 Temmuz 1929 -7 Mart 1999), New York doğumlu, Yahudi kökenli bir Amerikan'dır. Sinema tarihine yön veren Kubrick, tüm zamanların en iyi yönetmenlerinden biri olarak da kabul görmektedir. İyi bir satranç ustası, fotoğrafçı, yönetmen, senarist ve yapımcıdır.

Okulla arası iyi olmayan Kubrick, pek parlak olmayan bir öğrenciydi. Hatta lisede İngilizce'den bir yıl kaldığı da bilinmektedir. Akademik olarak iyi bir geçmişi olmadığı için de herhangi bir üniversitenin onu kabul etmeyeceğinin farkındaydı. Bunca başarısızlıktan ötürü babası onu California'ya amcasının yanına göndermişti. Akademide başarıyı bulamayan Kubrick, 13. yaş gününde kendisine armağan edilen fotoğraf makinesi ile hayata olan bakışını değiştirmişti.

Fotoğrafçılığa ilgi duymaya başlayan Kubrick, yıllar sonra kariyerinin ilk adımlarını "Look" adlı ünlü bir dergide amatör fotoğrafçı olarak atar. Bu noktadan sonra herhangi bir üniversitede eğitim almak zorunda olmadığını anlayarak kendi kendisinin eğitim inşasına başlar. Sinemaya olan tutkusu da bu dönemde başlamıştır. Dur durak bilmeden film izleyip, az saydıda da olsa yabancı filmleri gösteren sinemaları takip etmeye başlamıştır. Kariyerinin ilk yıllarını Amerika'da geçiren Kubrick, bir süre sonra aradığı özgürlüğü Amerika'da bulamayacağını fark ederek İngiltere'ye yerleşir. Uçakla seyahat etmekten korktuğu için de ölene kadar İngiltere'de yaşar. Film çekmeyi kendi kendine, deneye deneye öğrenen Kubrick, mümkemmeliyetçi estetik ve tekniğin arayışındaydı. Bu arayışın peşinde koşarken gerek oyunculara gerek set çalışanlarına oldukça zor zamanlar yaşatmıştı. Huysuz ve inatçı olan bu dahi sinema tarihinin en önemli isimlerinden biridir.

Sinemayı hayatına iyice entegre ettikten sonra her zaman seyirci koltuğunda oturamayacağını fark ediyor. Bunun üzerine kısa belgeseller çekip bunlardan kâr edebileceği fikrine kapılıyor. Para biriktirip bir boksörün sabahtan akşama kadar neler yaptığını, yaşantısını anlattığı "Day of The Fight" ve New Mexico'da uçağıyla insanlara yardım eden bir pederin iki gününü anlattığı "Flying Padre" adında iki belgesel-kısa film çekiyor fakat bu filmler doğal olarak ona büyük ticari kazançlar sağlamıyor. Tüm zamanların en iyi yönetmenlerinden birisi olan Kubrick'in filmlerine kısaca değinmek istiyorum.


FEAR AND DESIRE (1953)

Çekmiş olduğu kısa filmlerden iki sene sonra arkadaşlarından ve akrabalarından 45 bin dolar borç para alarak ilk filmi olan "Fear and Desire"ı çekiyor. Filmin yönetmenliğini, yapımcılığını, görüntü yönetmenliğini ve montajını kendisi yapan Kubrick'in bu filmi hiç beğenmediği ve kimsenin görmemesi için de filmin bütün kopyalarını toplattığı biliniyor.

Film, hangi ülkeler arasında yaşandığını bilmediğimiz hayali bir savaşı konu alıyor. Filmde, geçirdikleri uçak kazası sonucu kendilerini savaşın devam ettiği ormanlık alanda bulan dört askerin başından geçenler anlatılıyor. Savaşan tarafların kim olduğunu bilmediğimiz için de garip bir hava oluştuğunu söylemek yanlış olmayacaktır.


Killer's Kiss (1955)

"Killer's Kiss" Kubrick'in yönetmenliğini yaptığı ikinci uzun metrajlı filmdir. 75 bin dolarlık bütçe ile çektiği bu film mali borçlarını kapatmasını sağlamıştı. Filmde Alfred Hitchcock'tan esinlendiği birkaç sahneyle beraber konuşma esnasında görüntüyü başka noktaya kaydırması sinemaya yeni bir soluk katmıştı. Özellikle labirent sahnesinde kullandığı çekim tekniği oldukça dikkat çekmişti.

Filmde boksör olan Dave (Jamie Smith)'in karşı binada oturan Gloria (Chris Chase)'nın bir adamla kavga edişine tanık olması ve bunun sonucunda da onu kurtarmaya çalışmasıyla başlıyor. Dave'in göstermiş olduğu bu tavır sonucunda ortaya çıkan ilişki ve bu ilişkinin beraberinde getirdiği entrikaları bizlere sunuyor. Filmde dönen karanlık olayların ve entrikaların temel sebebi de patronunun Gloria'ya olan aşkıydı. Temelde basit bir öyküye sahip olan "Killer's Kiss" Kubrick' in başarılı görsel anlatım teknikleri sayesinde seyircilerin beğenisini toplamayı başarmıştı.

THE KILLING (1956)

Lionel White'ın "Clean Break" romanını sinemaya uyarladığı bu filmde, 30 saniyede bir perspektif değiştirmesi dikkat çeken bir anlatım tekniği olmuştu. Özellikle günümüz sinemasında Tarantino'dan alışık olduğumuz geri dönüşlü anlatım (Reservoir Dogs filmini izleyenler bilir) tekniğini ilk olarak bu filminde kullanan Kubrick, kendisinden sonraki birçok yönetmene de ilham kaynağı olmuştu. Kubrick'i Hollywood'a tanıtan, onu sinema dünyasına iyice entegre eden filmdir demek yanlış olmayacaktır.

Filmde eski bir mahkum olan Johnny Clay, kendisine aile kurmadan önce son bir soygun yapmayı planlamaktadır. Planladığı soygun için kendisine ekip oluşturan Clay; gözlemci, keskin nişancı, polis ve güreşçiden oluşan ekibi ile temiz bir soygun gerçekleştirmeye çalışacaktır. Clay, her şeyin yolunda gideceğini düşünse de her türlü talihsizlikle karşılaşacaktır.


PATHS OF GLORY (1957)

Kubrick'i iyi yönetmenler arasına taşıyan bu film onun Kirk Douglas ile çalışmasına ayrıca onunla başka bir projede de yer almasına vesile olmuştu. Paths of Glory, onun sadece kariyerini değil özel yaşantısını da etkilemişti. Filmin son sahnesinde Fransız askerlerin önünde şarkı söyleyen genç bir Alman kızı canlandıran "Susanne Christian" film sonrasında Kubrick ile evlenmiş ve ölene kadar evli kalmışlardı.

Temel olarak savaşların insan hayatına olan etkilerini, beraberinde getirdiği yıkıcı sonuçları beyaz perdeye yansıtmıştı. Birinci Dünya Savaşı sırasında Fransız Generali Broulard Almanların hakimiyeti altında olan Ant tepesinin işgali için General Mireau'ya emir verir. Mireau da şahsi çıkarları doğrultusunda bu emri kabul eder ve askerlerinin hayatını tehlikeye atarak bir nevi ölüm yürüyüşü gerçekleştirir. İşgale başlandığı andan itibaren hiçbir şey tahmin edildiği gibi gitmemekte ve birliklerin başarızlığa uğrayacağı kesinleşmektedir. Savaşın ilerleyen zamanlarında Mireau'nun sırf mevki ve rütbe için birçok askerin hayatını nasıl hiçe saydığını, hayatın ucuzluğunu, siperin arkasındaki insanların şahsi çıkarları için insanların nasıl öldüğünü görmüş oluyoruz. Kubrick'in sinemaya yansıttığı savaş entrikaları, savaşın görünmeyen tarafına dair olan bu gerçekçi yaklaşımı doğal olarak birçok ülkede tepkiye neden olmuştu. Yıllarca çeşitli ülkelerde sansüre uğramış, gösterimine izin verilmemişti.


SPARTACUS (1960)

Aslında onun Hollywood'a veda filmidir. Filmi çekmesi için Kirk Douglas, Kubrick'i arıyor ve bu film onun yalnızca ilk büyük ticari başarısı olmuyor ayrıca birçok Oscar ödülüne de layık görülüyor. Fakat çekim sırasında Kubrick ve Douglas birbirine giriyor çünkü Kubrick'in şöyle bir özelliği var, hiçbir şeye karışılmasına izin vermiyor, ''total creative control'' talep ediyor, her şeye kendisi karar vermek istiyor. Doğal olarak bu olay sonucunda birtakım sorunlar ortaya çıkıyor fakat hiçbir şekilde geri adım atmıyor. Böyle bir süreçten sonra bu işi Amerika'da büyük stüdyo ve oyuncularla yapamayacağına karar verip İngiltere'ye taşınıyor. Sonuç olarak Spartacus'ün onun kariyeri için bir dönüm noktası olduğunu söyleyebiliriz.

Adından da anlaşılacağı üzere tarihte oldukça büyük bir öneme sahip olan Spartacus'ün hikayesiyle karşı karşıyayız. Köle olarak satıldıktan sonra gladyatör eğitmeni olan Brutus'ün dikkatini çekiyor. Brutus onun iyi bir gladyatör olması için eğitim almasını sağlıyor. Gladyatör olduktan sonra düzenlenen oyunlarda başarılı olan Spartacus, senatörün etik olmayan davranış ve tutumlarını keşfeder. Bu keşif onun tepkilerini eyleme dönüştürür ardından başlayan isyan şehrin dört bir yanına yayılır.


Lolita (1962)

Yine bir uyarlama olan Lolita, Vladimir Nabokov’un aynı adlı romanından sinemaya uyarlamıştır. Temel olarak film ve kitap arasında bir fark yoktur, tek fark kitaptaki Lolita 12, filmdeki ise 15 yaşındadır. Lolita'yı Hollywood baskısından kurtulmak için geldiği İngiltere'de çekmiştir fakat film yayınlandığı dönemin Katolik kilisesi tarafından büyük tepki görmüş ve bir süre yasaklanmıştı. İdealleri uğruna tek ettiği Amerika'da yaşadığını İngiltere'de de yaşaması ayrı bir düş kırıklığı olmuş olsa gerek.

Prof. Humbert, hemen hemen orta yaşın üzerinde bir yazardır. Film, Charlotte Haze'in evinde kiracı olması ve onun dünya güzeli kızına aşık olmasıyla başlar fakat bu aşkını dile getirmesi söz konusu değildir çünkü Lolita henüz 15 yaşındadır. Profesörün, Lolita için sıra dışı, tutkulu fantezileri vardır. Fantezilerini dışa vuramadığı için de bunları günlüğüne kaydetmeye başlar. Lolita'ya olan tutkusu o kadar kuvvetlidir ki sırf ona daha yakın olabilmek için annesi ile evlenir. Bir süre sonra Charlotte, bu günlüğü bulur ve içerisinde yazanları okuduktan sonra gözlerine inanamaz, dehşete düşer. İçerisinde bulunduğu durumu anlamlandıramayan Charlotte, o sırada gerçekleşen bir kaza sonucu hayatını kaybeder. Humbert, gerçekleri Lolita'dan saklar, onu yayına alıp bir yolculuğa çıkar.


Dr. Strangelove or How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb (1964)

Hemen hemen her türde film çeken sinemanın dahi çocuğunun kara mizah türünde olan ilk ve tek filmidir. Filmin türü kara mizah, konusu ne mi? NÜKLEER BOMBA! Evet, nükleer bomba temalı bir kara mizah filmi. Enteresanlıklar sadece bununla da sınırlı değil. Peter Sellers, tamı tamına 3 karaktere (Captain Lionel Mandrake, President Merkin Muffley, Dr. Strangelove) hayat veriyor. Birden fazla karakteri canlandırmak kulağa oldukça zor gelse de Sellers, bu işin içinden çıkmayı başarmış. Rollerinin çoğunu doğaçlama oynamış, Dr.Strangelove rolü için de bir ay tekerlekli sandalyeden kalkmamış.

Filmde "General Jack Ripper", Rusların kirli olduklarını ve bundan dolayı da yok edilmeleri gerektiğini düşünmektedir. Bunu da Rusya'ya nükleer bomba atmakla çözebileceğini düşünerek saldırı yapmaya karar verir.


2001: A Space Odyssey (1968)

Film değil, bir sanat eseri! Gerçekten bir filmden fazlası olan, izlerken kendinizi küçücük hissettiğiniz, her sahnesinde kendinizden geçip sanki bir müzede tabloların arasında dolaşıyormuş algısına kapıldığınız şaheser... Senaryosunu Arthur Clarke ile birlikte yazmıştır. Bilim kurgu türünün göz bebeği olan bu yapıt dönem teknolojisinin oldukça ilerisinde. İçerisinde uzun uzun planların, artık kan geldiği sahnelerin olduğu bir filmdir. Günümüzde de filmin başlangıç sahnesindeki detaylar hemen hemen bütün sinema okullarında ve bölümlerinde ders olarak gösterilmektedir. Kendisinden sonraki birçok bilim kurgu yapımına (örneğin; Star Wars) da ilham olan bu şaheser gerçekten bir başyapıt. Film, sinemalara ilk çıktığında çok ses getirmişti, beraberinde taşıdığı birçok alt metin ve son sahnesinden dolayı birçok açık kapı bırakmıştı. Fakat tabii ki herkes filme aynı tepkiyi göstermemişti. Özellikle dönemin en büyük film eleştirmenlerinden birisi olan "Pauline Kael" filmi hiç beğenmemiş ve Kubrick için "Sinemanın şımarık çocuğu oldu, bu ne böyle her istediğini yapıyor." gibi sert bir eleştiride de bulunmuştu.

2001: Uzay Macerası, bir grup primatın yemek kavgası ettikleri sahne ile başlamaktadır fakat bu kavga bir süre sonra nereden ve nasıl geldiği belli olmayan esrarengiz, siyah bir taşla kesilir. Tabii ki esrarengiz şekilde beliren bu taş sıradan bir taş değildir. Taş, primatların alet kullanmasını sağlayacak bir güce sahiptir. Taşın bu gücü evrimin ilk adımlarınından birisi olan alet kullanımını ve primatların yükselişini temsil etmektedir. Bu sahneden hemen sonra ise film, yüzlerce belki de milyonlarca yıl ilerideki bir medeniyetle bizi karşı karşıya bırakır. Aynı siyah taşı, bir uzay gemisinden gelen sinyallerle bu medeniyetin insanları da keşfetmiştir. Bu olaydan sonra Discovery'nin içerisindeki "David Bowman" ve "Frank Poole" Jupiter'e doğru bir yolculuğa çıkmaktadır. Fakat astronatlarımız bu gemide yalnız değildir, yanlarında "Hal 9000" adında çok gelişmiş bir yapay zeka onlara eşlik etmektedir.


A Clockwork Orange (1971)

Anthony Burgess'ın aynı adlı romanını sinemaya ufak tefek farklılıklarla uyarladığı "A Clockwork Orange" seyirciyi insanın rahatsız edici doğası ve Kubrick'in dehasıyla başbaşa bırakıyor. Sanat, kostüm ve ses tasarımı açısından kusursuz bir yapım. Birçok rahatsız edici sahneyi içerisinde barındırmasına rağmen izleyiciyi ekrana kenetleyen bu uyarlamanın daha iyi bir şekilde çekilmesi pek olası değil. Filmin çekim aşamasında Malcolm McDowell ile çok yakın ilişki kurup onunla yakın arkadaş gibi vakit geçiren Kubrick'in, çekimler bittikten sonra McDowell'i bir kere bile aramadığı biliniyor. Kubrick işte...

A Clockwork Orange, psikolojik olarak normal olmayan, şiddete meyilli gençlerden oluşan bir çetenin, çevrelerine ve kendilerine verdikleri zararı, dehşeti ve korkuyu ele alıyor. Bu çete birçok suça karışır fakat bir gün işler rayından çıkar. Çetenin lideri Alex, işlerin ters gittiği bir soygun sırasında yakalanır. Fakat Alex hapse atılmaz; onu, yakalandığı dönemde şiddet üzerine çalışmalar yapan bir gruba denek olarak verirler. Denek olarak gittiği bu çalışma şiddet ile insanoğlu arasındaki ilişkiyi konu edinir. Amacı suçluları bir daha suç işleyemeyecek şekilde rehabilite etmektir fakat bu deneyin kendisi baştan aşağı insanlık dışı bir yöntem kullanmaktadır.

Barry Lyndon (1975)

Thackeray'ın "The Luck Of Barry Lyndon" adlı eserinden sinemaya uyarladığı macera, dram filmidir. Kubrick, filmi çekerken bazı sahnelerde doğal ışık kullanmayı istiyordu ama döneminde film çekmek için kullanılan kameralar bu iş için yeteri kadar donanımlı değildi. Bunun üzerine Kubrick, kamaramanıyla bu konu üzerinde düşünmeye başlar. Bir süre sonra "planar t* 0,7/50" adında bir lens buluyorlar. Lensin alametifarikası ise diyaframının aşırı açık olmasıydı. Uygun lensi bulmuş olsalar da bu lens fotoğraf için yapılmıştı, bundan dolayı alan derinliği inanılmaz düşüktü. Bu zorlu sürecin sonunda lensi, sinema kamerasına uyarlayıp sadece mum ışıklarıyla istediği sahneleri çekmeyi başarmıştı.

Babası pazar alanında öldürülen Barry, bütün hayatını kendisine adamış olan annesiyle yaşamını sürdürmeye başlar. Büyüyüp olgunlaştığı zaman kuzeni Nora'ya beslemiş olduğu duyguların karşılığını alamayan Barry, bu durum karşısında büyük hayal kırıklığına uğrar. Bir süre sonra Nora'nın ailesi içinde bulundukları fakirlikten kurtulmak için onu İngiliz asıllı Kaptan John Quin'le evlendirmeye karar verir. Bu durumu kabullenemeyen Barry, Quin'i bir düelloya davet eder ve onu öldürür. Yaşadığı onca şeyden sonra hayatına yeni bir sayfa açmak isteyen Barry yaşadığı kasabadan kaçar fakat kendisini bir savaşın oratasında bulur. Her şeye rağmen savaştan da canlı çıkmayı başaran Barry, casusluk yapmaya ve yaşamın karşısına çıkaracağı yeni maceralara yelken açar.


The Shining (1980)

Stephan King'in en ünlü romanı olan "The Shining", belki de Kubrick'in sinemaya uyarladığı en iyi filmidir. Her anlamda kusursuz olan bu film, sinema tarihine damgasını vurmuştur. Film, her ne kadar kusursuz olsa da çekim süreci filmin kendisinden daha korkunçtur, neden mi? Takıntılı, geçimsiz, huysuz, baş belası ve estetik kusursuzluğun peşinde koşan Kubrick'ten dolayı. Çekimi yıllarca süren The Shining'in altında bildiğimizden falzası yatıyor. Kubrick, Stephan King ile şiddetli kavgalar edip Jack Nicholson ve Shelley Duvall’a büyük zorluklar yaşatmış. İlk başlarda Kubrick ile çalışacağına sevinen King, hazıladığı senaryoyu okumadan bir köşeye atan, çekime, senaryoya hiçbir şekilde müdahale ettirmeyen Kubrick'e kin beslemeye başlamıştı. Hatta işler öyle bir raddeye gelmiş ki Stephan King, The Shining için ''rezalet, kitabımı ne hale getirdi, berbat" gibi sert eleştirilerde bulunup filmden ve Kubrick'ten nefret etmeye başlamıştı. Oyuncu yönetimi konusunda da oldukça tutucu olan Kubrick, Jack Nicholson'ın, hayat verdiği Jack Torrance karakterini abartılı şekilde oynamasına neden olmuştu. Bunun yanında çekimler sırasında senaryonun sürekli değişmesi sonucunda Nicholson, her gün ona verilen replikleri sahne çekilmeden hemen önce okuyormuş. Meşhur kapı sahnesini ve çekim sırasında doğaçlama olarak ortaya çıkan "Here's Johnny" repliğini duymayan, bilmeyen yoktur. Bu sahne çekilirken Kubrick, başta kolay kırılsın diye ince bir ahşaptan kapı yaptırmayı tercih etmişti fakat Nicholson'un gönüllü itfaiyeci geçmişi olduğunu ve kapıları istediğinden daha kısa sürede, kolayca kırdığını görünce ahşabı sağlamlaştırıp, kalınlaştırmayı tercih etmişti. Bu meşhur sahne için tam 60 kapı ve 3 gün harcanmıştı. Shelley Duvall, rolü için ondan beklenenler karşısında şaşkınlığa uğramış ve içerisinde bulunduğu stresli durumdan ötürü resmen hasta olmuştu. Yaşadığı stresten dolayı öbek öbek saçları dökülmüş, aylarca hasta olmuş ve psikolojik açıdan çok yıpranmıştı. Daha çocuk yaşta olan Danny Lloyd, rolünün sorumluluklarını çok iyi üstlenmiş ve doğaçlama olarak yaptığı meşhur parmak hareketiyle gözlerimizi kamaştırmıştı. Fakat Lloyd, bir korku filminde oynadığını bilmiyormuş, ancak 17 yaşına geldiğinde bunun farkına varmış. Kubrick, Nicholson ve Duvall'e olan tavrının tam tersini Lloyd'a göstermiş, çekimler boyunca onunla yakından ilgilenmiş, oyunlar oynamış hatta Lloyd bir röportajında film çekildikten sonra Kubrick'in ailesine Noel kartı gönderip, lise mezuniyetinde kendisini tebrik için aradığını söylemişti. Filmi, senaryo sırasına göre çekmek isteyen Kubrick, setin her daim hazır olmasını istiyordu, bundan dolayı da tüm set ortamı ve ışıklar önceden hazırlanıyordu. Bu ve bunun gibi birçok zorlu süreçten sonra ortaya sinemanın nadide yapıtlarından birisi çıkmıştı.

The Shining, kış sezonunda kapalı olan Overlook Oteli'nin güvenliğini ve bakımını üstlenen yazar Jack Torrance'ın ailesi ile birlikte otele taşınmasından sonra gerçekleşen doğaüstü olayları konu edinir. Jack'in küçük oğlu ise doğaüstü sezgilere sahiptir ve otelde yalnız olmadıklarını ailesine anlatmaya çalışır. İlerleyen dakikalarda Jack, aklını kaybedip etrafına dehşet saçmaya başlar.


Full Metal Jacket (1987)

Yine yapımcılığını, senaristliğini, yönetmenliğini ve diğer her şeyini Kubrick'in üstlendiği bir yapımdır. Vietnam Savaşı öncesinde Amerikan ordusundaki askerlerin eğitim süreçlerini ve savaş sırasındaki olayları ele alan "Full Metal Jacket" bir savaş filminden ziyade savaşın insanlara verdiği zararı seyirciye gösteren savaş karşıtı bir filmdir. Filmin adı ise Amerikan piyade erlerinin kullandığı bir tür mermi olan "Full Metal Jacket Bullet"den gelmektedir.

Film, bir grup acemi askerin eğitim sürecini ve sonrasını konu alıyor. İki aşamalı ilerleyen filmin ilk yarısında savaş için Parris Island'da eğitim gören acemi askerleri görüyoruz. Her ne kadar eğitim sürecinden geçseler de askerlikle savaş kavramının ciddiyetini savaş alanına gitmeden görmüş olacaklardı. Film, ikinci bölüme ise aniden geçerek seyirciyi savaşın en şiddetli olduğu ana taşıyor.


Eyes Wide Shut (1999)

Stanley Kubrick'in son filmi olan "Eyes Wide Shut" erotizm, gizem ve gerilim dolu sahneleri ile seyirciyi içerisine hapseden unutulmaz bir başyapıttır. Form ve biçim olarak da oldukça garip bir filmdir. Tom Cruise'un uzun uzun yürüğü, geçmek bilmeyen dakikalarla beraber enteresan planların olduğu bir yapımdır. Yine mutlak mükemmellikle estetiğin peşinde koşması çekim sürecinin 2 yıl sürmesine neden olmuştu. Çekim sürecinin bu kadar uzun olması da döneminde bayağı ses getirmişti. Filmlerine duyduğu hassasiyeti, özeni bu yapımında ayrıca hissediyoruz aslında. Ayrıca 4 filmine de ufak göndermeler vardır; Bill'in iptal ettiği hastası Kaminsky, 2001: A Space Odyssey'de HAL 9000 tarafından öldürülen astronotlardan birinin adıdır. İkincisi, çiftin kaldığı otel odası olan CRM 114 numaralı odadır. Bu numara Dr.Strangelove filminde bombanın üzerinde yazan numara, ayrıca A Clockwork Orange filminde Alex'e verilen ilacın adıdır. Bir diğeri ise Bill'in dairesine döndüğünde eşinin yanında gördüğü maskedir. Bu maske Barry Lyndon'da da karşımıza çıkmıştı. Son gönderme ise Bill'in maskeyi görmeden önce dairede gözünü gezdirdiği sahnede saklıdır. Bu sahnede kamera açısına yansıyan Kubrick filmleridir. Filmin başrollerini paylaşan Tom Cruise ve Nicole Kidman, film için yaptıkları anlaşmada süresi olmayan bir anlaşmaya imza attılar çünkü Kubrick, ''çektik, oldu'' gibi bir motivasyonla ilerlemiyordu. Sahneler onlarca kez tekrar ediliyor, senaryo sürekli değişiyordu. Hatta söylentiye göre "Full Metal Jacket" filminde Leonard Lawrence karaterine hayat vermiş olan Vincent D'Onofrioi, Cruise ve Kidman'a sete yakın bir yerde ev tutmalarının daha iyi olacağı yönünde tavsiyede bulunmuş. Çekimler başladıktan kısa süre sonra Kubrick'in takıntılı tarafı ortaya çıkmaya başlamıştı. Filmde kısa bir kapı önü planı vardır, bu planda kapının önünde bir kız dururken yanına Cruise gelir. Sırf bu plan için İngiltere'nin en uzun caddelerinden birinin çift taraflı fotoğraflarını çektirip yan yana ekletmiş ve onların arasında gezinmiş en sonunda hiçbirini beğenmediği için planı yine stüdyoya yaptırmış. Filmin tamamı Londra'da stüdyo ortamında çekilmişti. New York ruhunu yansıtmak için detaylı dış plan çalışmaları yapılmış, sokak satıcılarının reyonlarında duran gazeteler bile özenle hazırlanmıştı. Özellikle çekim esnasında kullanılan lensler ve arka planda uyguladığı flulaştırma tekniği stüdyo ortamında hazırlanılan New York'u daha canlı, gerçekçi göstermişti. Yine bir başka sahnede Cruise'un kapıdan içeri girdiği kısa bir sahneyi tam 95 kere tekrar ettirmişti. Oyuncularla beraber setteki çalışanları fazlaca zorlayan Kubrick, erotik sahnelerde Kidman ve Cruise'a oldukça zor zamanlar yaşatmıştı. 2 yıla yakın süren çekim sürecinin ardından ortaya çıkan bu başyapıt Kubrick'in sinemaya veda ettiği film olmuştu: Vizyona girdiğinde filmde Spielberg'in anlam dolu konuşması ve Kubrick'in sinemaya son sözü olan "Fuck"... (Alice'in ağzından)

Film, dışarıdan bakılınca mutlu bir evlilik sürdüren Harford çiftinin başından geçen birtakım olayları konu edinir. Çiftin katıldıkları bir partide Alice, başka erkeklerle sohbet edip yakın tavırlar sergiler. Eşinin bu tavırlarını fark eden Bill, hem sinirlenir hem de bu durum karşısında değişik bir tepki gösterir. Bu geceden sonra çiftin arasında gerilim artar. Kıskançlıkla beraber tuhaf düşüncelerle sarmalanmış bir evlilik bizi beklemektedir. O geceden sonra Bill, kimlik bunalımı yaşamaya başlar ve kendisini cinsel içgüdülerine teslim eder. Ait olmadığı bir topluluğun ayinine katılan Bill, o günden sonra korku ve cinsellik dolu yeni bir döneme kucak açar.