Sanat, Edebiyat ve Biz

Fil dişi kuleye inmek.

On sekizinci yüzyıla kadar sanat ve zanaat ayrı disiplinler olarak görülmezdi. İnsanların kullanması için yapılan çömlekten bardak da özenle yapılmış bir heykel de sanat olarak kabul edilirdi. Fakat bu on sekizinci yüzyılda değişime uğradı. Bahsi geçen bardak ve heykelin kullanım amaçları sanatı ve zanaatı ayıran en büyük faktör oldu.

Zanaat eseri, ortaya çıkış amacını ne kadar karşılarsa o kadar iyiyken, sanat eseri sadece varoluşuyla bir estetik değer ortaya koyabiliyordu. Fakat zamanla bazı sanatçılar sanat eserleriyle, tiyatro oyunları, heykeller, resimler ve edebiyatla, topluma bir farkındalık kazandırma amacı içerisine girdiler. Sosyokültürel açıdan tarih boyunca yaşanan şeyler sanat eserlerinin konusu hâline gelmeye başladı. Bu noktada ‘’Sanat sanat için midir yoksa toplum için mi?’’ sorusu doğdu.

Kimi zaman sanatçılar ortaya koydukları eserlerle bir farkındalık yaratma ya da toplumu eğitme gayreti içine girseler de sanatçıların büyük bir kısmı da yaratımlarını her zaman anlaşılmak ya da didaktik eğilimler üzerine kurmadılar.  

Günümüzde sanatın geldiği nokta bir hayli ilginç. Michelangelo’nun Sistina Şapeli Tavanı gibi eserlerinden, günümüz mimari eserlerinde gözlerimizin aradığı o estetik doyuma bir türlü ulaşamayışımız, sanatın karşısındaki öznenin zamana ve sanatçıya göre değişmiş olmasından mı kaynaklanıyor yoksa artık sanatı da, günümüzde birçok şey gibi, hakkını vererek ve güzelliği gösterme kaygısıyla yapamadığımız için mi bilemiyorum.  

Edebiyat da tıpkı resimde ve mimaride olduğu gibi zamanında birçokları tarafından halkı eğitmek, yükseltmek için bir araç olarak kullanılmış olsa da yazarlar tarafından gerek etraflarındaki dünyayı gerek içlerindeki evreni anlamlandırmak ve anlatmak için âdeta hayati bir ihtiyaç olduğu da bir gerçek.

Kurgusal evreni, insan zihninin bir yansıması olarak görüp aslında yaşadığımız bu hayattan zaman zaman bir kaçış ya da tam aksine daha da dâhil olma aracı olarak görebiliriz. Bazen cilt cilt yazılacak öğretilerle tek bir romanda, öyküde karşılaşabiliriz. Felsefenin, resim sanatının, müziğin anlatısını kelimelerle oynayıp hikâyeleştirerek öznesi insan olan, insana dair olan bir yapıya sokmak yalnızca edebiyata ait bir özellik. Kelimelerin içinde hakikati bulma güdüsü, dilin canlılığı karşısında daha da boyut kazanıyor ve diğer her şeyden sıyrılıyor.

İbrahimi dinlerde dahi görüyoruz ki;

''Başlangıçta söz vardı. Söz Tanrı'yla birlikteydi ve söz Tanrı'ydı.''-Yuhanna 1:1
''Oku!'' -Kuran-ı Kerim

Sanat, özellikle edebiyat, toplum için olmasa dahi, karşısında muhattap olarak kim varsa hayatı deneyimleme şeklini belirliyor. Bu noktada aslında sanatın kim için olduğu sorusu bana kalırsa biraz anlamsızlaşıyor. Çünkü sorunun cevabı ne olursa olsun sanat; okuyucusu, dinleyicisi ve izleyicisi olarak şahit olmuş her kimse için çok özel ve öznel anlamlar çıkartılabilen bir üstün yaratıcılık, olgu. Bize sadece ondan zevk almak ve doyum sağlamak, eğer şanslıysak da üreticisi olmak kalıyor.