Anlama Üzerine
Anlamın subjektifliği ve okur yorumları
Günümüz teknolojisinde her ülkeden her kültürden olan insanların fikirlerine rahatlıkla ulaşabiliyorum. Yaşıtım olan insanların fikirlerini video yorumlarında bile görebiliyorum. Peki neden her birimiz tek seferde aynı anlamı çıkaramıyoruz?
Bu durumun hayatımdaki en büyük örneği, edebiyat derslerimdir. Ünlü şairlerin ve yazarların eserlerini ilk okuduğumda çıkardığım anlam ile yazarın gerçekten ne anlatmak istediğini öğrendiğimde ortaya çıkan anlamlar çoğu zaman farklı oluyor. Yazarın kullandığı metaforların anlamlarını öğrendiğimde, tahmin etmediğim yeni anlam katmanlarıyla karşılaşıyorum.
Dürüst olmak gerekirse, bir metni ilk okuduğumda oldukça kişisel yorumluyorum. Kendi hayatıma adapte etmeye, bağlamaya, ilişkilendirmeye çalışarak okuyorum. Belki de hepimiz böyle yapıyoruz. Peki, anlam gerçekten objektif mi? Yoksa her okuyucu, kendi deneyim ve duygularıyla anlamı yeniden mi inşa ediyor?
Okur odaklı kuramlar, bu soruları yanıtlamamıza yardımcı olabilir. Wolfgang Iser’in “Boşluk Teorisi” bu konuyu ele almış. Iser’e göre, bir metin okuyucu tarafından tamamlanmayı bekleyen boşluklar içerir ve her okuyucu, kendi birikimi, duygu dünyası ve bakış açısıyla bu boşlukları doldurur. Bu nedenle, aynı metin farklı okuyucular tarafından farklı şekillerde anlamlandırılır. Yani her birimizin apayrı hikayeleri olduğundan anlamları çok farklı oluşturabiliyoruz. Her birimizin perspektifi çok özel.
Yaşadığımız deneyimler değişebilir ama hissettiğimiz duygular evrenseldir. Üzüntüyü sen de benim gibi mi hissediyorsun? Senin mutlu anın benimkiyle örtüşmeyebilir, ama belki de mutluluğu hissettiğin anı paylaşabiliyoruzdur. Bu anlamda, okur odaklı kuramlar, bir metni anlamlandırma sürecinde kişisel deneyimlerin ne kadar belirleyici olduğunu vurgular.
Sonuç olarak, benim söylediğim sözler, senin algın sayesinde anlam kazanıyor. Yani, anlam her zaman kişisel ve toplumsal bir süreçle yeniden inşa ediliyor.