Bitkisel Bir Söyleşi / 8. Bölüm
Üzerinde dolaştığımız doğa, eğer dikkatle bakarsak bizlere insanlığın yüzbinlerce yıl süren deneme-yanılma öykülerini anlatabilir.
Yakın bir gelecekte, artık varlığı şüphe götürmeyen küresel iklim değişikliğiyle ilgili hiçbir önlem almayan vurdumduymaz hükümetler yüzünden dünyanın en önemli sorunlarından biri haline gelecek olan “açlık sorunu” ile kaçınılmaz olarak karşı karşıya kalacağız bitki dostları. Bu cümlede aslında eksik olan bir şey var: İnsanlık bu sorunla ilk defa karşılaşmayacak, çağlar boyunca en temel ve sürekliliği olan sorunumuz bu olmuştur diyebiliriz. İnsanlık tarihine bakıldığında, “avcı-toplayıcılıktan tarımsal üretime geçiş”ten itibaren insan nüfusunun hızla artmaya başladığı görülüyor. İnsanın yerleşik hayata adım atabilmesi, büyük topluluklar halinde bir arada yaşayabildiği şehirler kurabilmesi ve bugün adına kültür dediğimiz “her şeyi“ üretebilmesi de tarımsal üretime geçiş, diğer bir deyişle bitkiler sayesinde gerçekleşmiştir. İnsanlık, bundan 105 bin yıl önce uçsuz bucaksız düzlüklerden toplamaya başladığı kimi yabani otları 11 bin yıl önce ekip biçmeye başladı. Zaman içinde ehlileştirmeyi başardığımız buğday, arpa, çavdar, yulaf, pirinç, şeker kamışı ve darı gibi bitkiler, yeryüzündeki mevcut tarım alanlarına bakıldığında bugün hala en büyük ölçekte tarımı yapılan bitkilerdir ve hepsinin aynı aileden olması da dikkat çekicidir. İşte bugünkü medeniyetimizi ve varlığımızı borçlu olduğumuz bu dev bitki ailesi buğdaygillerdir (Poaceae).
Gelin birlikte hayali de olsa doğada bir yürüyüşe çıkalım. Hatta yanımızda yiyecek hiçbir şey olmasın. Yabani otlarla kaplı bir çayırda, alçak tepelerle kaplı düzlüklerde, bol güneş alan yamaçlarda, dere ve nehir kıyılarında bolca yetişen yabani otlara dikkatlice bakın. Bazıları şekil itibarıyla size neye benzediğini ve lezzetini en iyi bildiğimiz bitki olan buğdayı anımsatabilir. Kendilerine özgü biçimleriyle onların da başaklara, uzun boğumlu gövdelere ve yapraklara sahip olduklarını görebiliriz. Ayrık otu (Elytrigia repens), belki de bu ailenin en fazla karşımıza çıkan üyesi olacaktır. Çok acıktıysanız ayrık otunun taze filizlerini yiyebilirsiniz fakat açlığınızı bastıracağını pek sanmıyorum. Ayrık otu dışında aynı aileden püsküllü çayır otu, delice, yabani yulaf, darıcan, hasır otu, baraj otu, sakal otu gibi adlarını sayarak bitiremeyeceğimiz çoğu “istenmeyen” ve insanlarca “yenmemesi gereken” pek çok yabani ot da karşımıza çıkacaktır. Bereketli Anadolu toprakları, temel besinimiz olan buğdayın anavatanı olduğu gibi tüm buğdaygillerin de yetişebildiği bir coğrafyadır. Fakat atalarımız bugüne dek buğdaygiller ailesine üye 4 bine yakın yabani ot arasından “sadece” birkaçını seçip ehlileştirmeyi başarabilmiştir. Üzerinde dolaştığımız bu doğa parçası, eğer dikkatle bakarsak bizlere insanlığın yüzbinlerce yıl süren deneme-yanılma öykülerini anlatabilir.
Eğer çok açsanız bitkilerin çiçeklerinin zehirsiz olan taç yapraklarını da yiyebilirsiniz fakat bunların da açlığınızı keseceğini sanmayın. Buğdaygiller de aslında çiçekli bitkilerdir fakat onların çiçekleri alışık olduğumuz gibi renkli ve gösterişli olmaktan uzaktırlar, neredeyse fark edilemezler bile. Oysa biz buğdaygilleri sadece beslenmek için değil bahçelerimizi süslemek için de kullanıyoruz. Çiçekleri için değil ama oluşturdukları yeşil fonda diğer çiçeklerin daha belirgin görünmesi ya da toprak yüzeyini sıkı sıkı örterek bakımlı görünen yumuşak bir zemin oluşturması amacıyla kullanılan çimler de buğdaygiller ailesinin üyeleridir. Toprak erozyonunu önlediği için de kullanılabilen çimler, bahçe toprağının nemini ve ısısını korumasını sağlarken hava kalitesini de iyileştirirler. Tavus otu (Agrostis), Yumak otu (Festuca), İngiliz çimi (Lolium) ve Salkım otu (Poa) çeşitleri en sık tercih edilen ve bakımı diğerlerine göre daha kolay olan bahçe çimleri de buğdaygillerdendir. İdeal ekim zamanı sonbahar olan çimlerin bakımı ise oldukça masraflı ve zahmetli olsa bile müdavimleri de çoktur. Birleşmiş Milletler’in istatistik verilerine göre her 10 insandan birinin yeterince beslenemediği günümüzde (bu arada son 15 yıldır bu oran artmakta) çimlerin, “karnı tok, sırtı pek” aristokrasinin ve oldum olası ona özenen burjuvaların bir hobisi olduğunu söylemek de çok yanlış olmayacaktır. Açıkçası böylesi tekdüze bir çim alana sahip olmaktansa, bitkisel çeşitliliğin bol olduğu, yararlı böceklerin, arıların, kelebeklerin ve kuşların ziyaret edebileceği bir bahçeye sahip olmayı tercih ederdim. Bir de ayrıca süs havuzlarının kenarlarını süsleyen su kamışlarının ve yaklaşık 40 metre uzunluğa erişerek bir ağaç halini alabilen bambuların da buğdaygiller ailesinin üyeleri olduğunu söz bahçecilikten açılmışken eklemeliyim. Su kamışları ve bambular da mecbur kalındığında yenebilir ama yetişmesi bu kadar uzun zaman alan canlıları lütfen yemesek...
Gelelim bu ailenin ehlileştirebildiğimiz üyelerine. Dünya üzerinde en fazla tarımı yapılan buğdaygiller sırasıyla Mısır (Zea mays), Pirinç (Oryza sativa), Buğday (Triticum aestivum), Arpa (Hordeum vulgare), Darı (Panicum miliaceum), Yulaf (Avena sativa), Çavdar (Secale cereale)dır. Bu bitkilerden elde edilen tarımsal üretim insanoğlunun besin ihtiyacının büyük bir kısmını karşılıyor. Öte yandan bunlardan hiçbirini ne kadar aç olursanız olun doğada bulduğunuz haliyle tüketebilmeniz imkansız(!), mutlaka çeşitli işlemlerden geçmeleri şart. Bu bitkiler gıda ve içecek üretiminde kullanılmasının yanı sıra etil alkol (ethanol), hayvan yemi, geleceğin yakıtı biyo dizel, nişasta, tatlandırıcı, vb. üretimlerde de kullanılıyor. Fakat hızla değişen iklim koşulları bu bitkilerin tarımsal üretim hacimleri ve sürdürülebilirliğini küresel ölçüde etkilerken gıdaya erişim, gıda kalitesi ve kullanım modellerini de değiştirerek gıda güvenliği ve açlık gibi sorunların ortaya çıkmasına neden oluyor. Örneğin, giderek soğuyan iklim, güneşli gün sayısının üretiminde önemli bir unsur olduğu buğdayın üretimini azaltabilir. Bu aynı zamanda soğuğa daha dayanıklı olan arpanın üretimini artırabilir. Ve bu da dünya üzerindeki buğday fiyatlarını, arz-talep gibi tüm dengeleri değiştirebilir. Öte yandan, “tamamen ihtimallerden bahsediyorum” ama soğuğa dayanıklı türlerin dayanıksız olan türlerle melezleştirilmesi belki de bu dengenin korunmasını sağlayabilir. Belki. Fakat gerekli önlemler alınmadığı takdirde, şu ana dek izlediğimiz hammadde (petrol, uranyum vb.) savaşlarının yerini yakın bir gelecekte su (tarım yapılabilmesi için de temiz suya ihtiyaç var) ve gıda savaşlarının alması kaçınılmaz. Ne yazık ki geleceğe dair öngörülen bu korkutucu tablonun değişebilmesi için önerilen çözüm önerileri ise günümüz kapitalist sistemlerinin ve bağımlılarının umursayacağı şeyler olmaktan çok uzaklar.
Hedeflenen tarımsal sürdürebilirlik, siyasi, kültürel ve kurumsal gücün toplumda adaletli dağılımı, çevresel sorunlarla (su, hava ve toprak kirliliği başta olmak üzere) ilgili olarak bireysel farkındalıkların yaratılması ve toplumsal dönüşümün gerçekleştirilmesi için gereken zamana gerçekten sahip miyiz? Yoksa bilim insanlarının söylediği gibi hızlı bir yok oluş sürecine mi girdik? Bunu zaman gösterecek. Ben umutsuz olmak istemiyorum ve yüzümüzü yeniden doğaya çevirmenin ve hatta bitkilerle iş birliği yapmanın bizleri bu yok oluş sürecinden kurtarabileceğine inanıyorum. Bunun için ise belki de geçmiş deneyimlerimize bakmamız ve teknolojiden (tarım ve gıda teknolojileri, gen bilimi vb.) de mümkün olduğunca çok faydalanmamız gerekiyor. Bu yazının konusu olan buğdaygiller günümüzde üzerinde en fazla araştırma yapılan bitkilerdir çünkü dünyanın her yerinde yetişen türleri vardır ve genetik araştırmalara da elverişli bitkilerdir. Değişen iklim koşullarının 4,5 milyar yıllık gezegenimizin tarihinde tekrarlanan bir senaryo (bir sonraki buzul çağı) olma olasılığı da var tabi ki ama bilim insanları “daha önce hiç bu kadar hızlı tükenmediğimizi” de söylüyorlarsa bunda insanoğlunun da parmağı olduğunu düşünmek çok yanlış olmayacaktır. O halde bu sorumluluğu üzerimize alıp gerekeni yapmak zorundayız. Yaşama elverişli olmayan Mars’a yerleşmek ya da henüz seyahat bile edemediğimiz uzak gezegenler keşfetmek bizi kurtarmayacak. Oralara gidebilsek bile yanımızda yiyebileceğimiz, yetiştirebileceğimiz, oradaki koşullara uyum sağlayabilecek bitkiler ve hatta onları tozlaştırabilecek canlıları da götürmek zorundayız. Bu yazıda sizi o ikide birde “how dare you?!” (Bu ne cüret?) diyerek gözlerini pörtleten, atarlı ama çevreye de duyarlı ergen Greta Tintin Eleonora Ernman Thunberg’in yaptığı gibi karanlık bir tabloyla sıkmak istemezdim. Fakat ne yazık ki gerçekleri de görmemiz gerekiyor bitki dostları. Gelecekte “yeniden” karşılaşacağımız önemli bir sorunu size “en eski bitki dostumuz” buğdaygiller üzerinden anlatmak ve bu konuda biraz düşünmenizi sağlamak istedim sadece.