Edward Hopper ve Metropolün Yalnızlık Adaları

Edward Hopper, resimleri ile hızla akan metropol hayatının yalıtılmışlık, yalnızlık ve yabancılık hallerini derin bir sessizlikle aktarıyor.


Geceleri bir binanın yüksek katlarından şehri izlediğinizi hayal edin. Şehir, kendisini bir dizi hücreden, bazıları karartılmış, bazıları yeşil, beyaz ya da altın ışıkla aydınlatılmış yüz binlerce penceren oluşan bir bütünlük olarak serimliyor. Yabancılar, kendilerine ayırdıkları saatlerde meşgul bir halde, evlerinde bir ileri bir geri yüzüyorlar. Onları görürsün, uzaktan izlersin; ama ulaşamazsın. Dünyanın herhangi bir şehrinde yalnız bir apartman dairesinden, şehirdeki ışıklı daireleri izlemek yalnızlığı, ayrılığı ve maruz kalma bileşiminin huzursuz birlikteliğini yaşatır. Yalnızlık, her yerde hissedilebilir; ama milyonlarca insanın yaşadığı bir şehrin yalnızlık duygusunun getirdiği farklı bir duygu.

Bu durumun kentsel yaşama ve kitlesel insan varlığına aykırı olduğu düşünülse de fiziksel bir aradalık, içsel izolasyon duygusunu ortadan kaldırmak için yeterli değildir. Başkaları ile bir arada yaşarken, aynı otobüste ya da trende omuz omuza yolculuk ederken, yalnız başına bir kafede insanları seyredip hayatları ile ilgili çıkarımlarda bulunurken kendini ıssız ve kimsesiz hissetmek mümkündür; hatta kolaydır. Şehirler pek ala yalnız yerler olarak kabul edilebilir. Yalnızlık sadece fiziksel yalnızlığı şart koşmaz. Bağlantının, yakınlığın, akrabalığın, duygudaşlığın, teklifsiz iletişimin yokluğu ya da arzu edilen yakınlığı bulamamak kendi başına derin bir yalnızlık duygusuna yol açar.

‘Yalnızlık’ın günümüz Amerikan orta sınıfının ortak acısı olduğu söylenir. Sanat tarihi boyunca, 20. Yüzyılda yaşayan Amerikalı’nın tinsel portresini Edward Hopper kadar güçlü resmeden bir ressam daha olmamıştır. Alfred Hitchcock ve David Lynch gibi pek çok yönetmen de filmlerinde, tuvallerindeki şehrin sessiz köşelerinin en yankı uyandıran yalnızlık hikâyelerini kullanırlar. Zamanının kollektif yalnızlığını ortaya çıkaran anti-ütopik ressam Edward Hopper’ın yalnız ve düşünceli kişilerinde, yoğun bir ıssızlık, kendi halindelik, iletişim güçlüğü, içe kapanış, yabancılaşma gibi insanlık hallerimizi buluruz.

19. Yüzyılın sonlarında doğan sanatçı, metropoldeki huzursuz yaşamını tuvallerinde belgeleyerek yaşamını sürdürdü. Hopper’ın teması terk edilmiş kafelerdeki, ofislerdeki, otel lobilerindeki kadın ve erkek karakterleri, kentsel izolasyon sahneleridir.

Resimlerindeki mekânlar kent izolasyonun çağrıştıran ve onun ruh halini yansıtacağı ortamlar olmaya devam ediyor.  Hopper,  döneminde çok rağbet görmemiş benzin istasyonları, otel lobileri, ofisler gibi bazı mekânları da resim tarihine dahil etti. Bu temalar, Hopper’in sanatının anlamının özünü açığa çıkaran ve tuvallerini defalarca meşgul eden mekânlardır.  Edward Hopper’ın resimleri, sanki derin bir sessizliği duyurur.

Reklamcılık sektöründe ve gravürcü olarak çalışan Hopper’ın yurtdışı ve özellikle de tekrarlayan Paris gezileri, kişisel tarzının şekillenmesinde önemli bir rol oynar. Paris ziyareti ile ilgili olarak şöyle der: “Kiminle karşılaştım: Hiçkimseyle. Geceleri kafede oturdum ve etrafı izledim. Paris’in bana büyük bir etkisi olmadı.” Empresyonizmden, Monet’nin ve Manet’in resimlerinin ışığından çok etkilenir. Etkilendiği bir diğer isim ise Amerikalı ressam Robert Henry’dir. Henry, kent temasını gerçekçi bir üslupla çalışmıştır. Hopper da gerçekçi bir tarzla modern hayatın görünmeyen yüzünü şehir yalnızlığını anlatır.


HOPPER’IN GECE KUŞLARI RESMİNDEKİ YALNIZLIK TEMASI



Hopper’ın en ünlü tablosu II. Dünya Savaşı Dönemi’nde yaptığı Gece Kuşları (Night Hawks)’dır. Sanatçı Amerika halkının toplumsal yalnızlığını camekânlarla çevrilmiş bir kafe ile anlatır. Hopper’ın en ikonik resmi Gece Kuşları’nda, gece bir şehir lokantasının aydınlık iç mekânında üç müşteri ve bir garson yorgunlukları ve endişeleri ile kaybolmuş görünüyorlar. Bağlantısızlıkları kollektif bir savaş anksiyetesini anlatıyor.

Tek bir ışık kaynağından aydınlanan ve müthiş bir sadelik içeren eser, ressamın yabancılaşma ve melankoli ile olan ilgisini yansıtırken; figürlerin yer aldığı mekânın dışa açılan bir kapısının olmayışı, onların soyutlanmışlıklarını akla getirir.  Figürler de birbirinden yalıtılmış ve yalnızlaşmış gibi görünmektedir. Figürler ve izleyici arasındaki yalıtımı ise örtülü bir engel oluşturan camlar sağlamaktadır. Hopper’ın resimlerindeki camlar, içerde oturanların erişilemez, dokunulamaz, duyulamaz olduğu hissini uyandırıyor. Durdurulmuş bir anın resminde baskın yalıtılmışlık ve kopukluk…


Edward Hopper’ın tüm resimlerinde olduğu gibi bu resminde de izleyici hikâyeyi tamamlama ihtiyacı hisseder. Yine de resme dahil olabileceği bir kapının olmayışı, Hopper’ın resimlerinin ana teması olan yalnızlık duygusunu güçlendiriyor sanki.  Resimlerindeki yalıtılmış, kendi halindeki figürleri izlemek biraz da kendimize dışardan bakmak gibi hissettirmiyor mu?

Resimlerinin sadeliğinin arkasında büyük bir karmaşıklık ve derinlik yatıyor. İzleyici yarım kalan olayları, karakterler arasındaki ilişkiler ve bu karakterlerin hayatlarını incelemek için görüntüleri tamamlamaya davet ediliyor. Kendi hayatımıza mı, endişe, hayaller ve arzularımıza mı yoksa başka birinin asla anlayamayacağımız hayatına mı bakış? Bu iki şey sonuçta aynı mıdır?”[*]




[*] J. Peacock (2017), “Edward Hopper: The Artist Who Evoked Urban Loneliness and Disappointment With Beautiful Clarity” den akt. : Emrah Uysal, Arzu Uysal “Edward Hopper’ın “Gece Kuşları” Yapıtında Gerçek ya da Kurgusal Düzlemde Oluşturulan Dramatik Yalnızlık”, e-ISSN: 2149-3871.