Özgürlük Üzerine - 1

Gelin beraber özgürlük hakkında bir yolculuğa çıkalım.

Özgürlük... Özgürlüğü, insanın bir başkasının alanına tecavüz etmeden, toplumda infial yaratmadan dilediğini eyleme dönüştürmesi ya da eyleme dönüştürme kapasitesi olarak tanımlamak doğru mudur? Bu tanımdan yola çıkarsak hiç özgür bedenelerinizde hapsolmuş hissettiniz mi? Ne yaparsanız yapın, nereye giderseniz gidin, bedeninizin zaman zaman sizi hapsettiğini, yaktığını hissettiniz mi? Peki özgürsek nedir bu içimizi yakan tutsaklık?

           Bana kalırsa, özgürlük infial yaratmamak veya çevreye zarar vermemekten ibaret değil. Peki ruha inanır mısınız? Bunu şunun için soruyorum; doğu mistisizminde de, batı ruhaniyetinde de inanılır ruha. Ben de özgürlüğü her zaman ruh ile bağdaştırmışımdır. Elbette bedenin özgürlüğü insanın en temel hakkıdır ve hiç kimse tarafından kısıtlamaya yer yoktur fakat beden ne kadar özgür olursa olsun, ruh özgür değilse en dar hapishanede, bedende hapis kalır. Bana kalırsa ruhu özgür olmalı insanın. Şaşılır bir durumdur ki bedenin özgürlüğünü kazanmak için yüzyıllar boyu savaşan, kan döken insanoğlu, ruhun özgürlüğü için kılını kıpırdatmamıştır. Nedir peki ruhun özgür olması? Bunu anlamlandırmak için kalıplardan arındırılmış, ön yargı duvarları yıkılmış bir algı ile doğada gözlem yapmak gerekir. Tabii sadece beden gözüyle değil, ne demiş Antoine Saint Exupêry “Ama gözler kör... Yüreğiyle bakmalı insan”, kalbiyle de bakabilmeli insan.

Doğaya bakınız. Hiçbir şey doğada kendisi için bulunmaz. Mesela güneş sıcaktır fakat kendini ısıtmak için değildir sıcaklığı. Su hayat verir fakat gelgelelim ki yağmur kendisine hayat vermek için yağmaz. Toprak, ağaçlar kendine gölge etsin diye besleyip yarmaz kendi göğsünü, yeşertmek için tohumları. Ağaç kendi meyvelerini yiyemez. Peki doğada her şey bir diğeri için varken, doğanın içinde bulunan biz insanoğlu niçin özgürlüğü bencilce tanımlarız. Biz ne için var olmalıyız, neyi yerine getirmeliyiz ki doğadaki bu döngüyü bozmamış ve doğanın felsefesine aykırı hareket etmemiş olalım. Sözlerime bir de Roma’nın beş iyi imparatorlarından sonuncusu olarak kabul edilen Stoacı filozof Marcus Aurelius’un sözlerini de eklememde fayda var.

“Her şey bir amaçla var olmuştur.

Mesela bi at ya da bir asma...

Hepsi bir amaç için yaratılmıştır.

Şaşırtıcı mı?

Güneş bile bir amaç için doğduğunu söyler.

Diğer bütün tanrılar da öyle...

Peki ya sen hangi amaç için geldin dünyaya?

Zevkusefa sürmek için mi?

Bu düşüncenin doğru olması mümkün mü sence?”

                                                        -- Unutma Mutlu Bir Hayat Çok Az Şeye Bağlıdır --

 

Akışını istismar ettiğimiz bu özü nasıl tamamlayabiliriz ki varoluş felsefesinin gereğini yerine getirmiş olalım? Bizim doğadaki diğer şeylerden temel farkımız bilince sahip olmamız değil midir? Bizi diğer şeylerden ayıran da budur. Her şey bilinci dışında alıp-verirken şeylerin en gelişmişi insan, bunu bilinç ile iradesi dahilinde yapabilme yetisine sahiptir. Toprak yağmur alır filiz verir, ağaç güneş alır meyve verir, peki ya insan? Özü gereği insan sevgi alır sevgi verir. Doğadaki görevi budur insanın ve beklenti yüksektir insandan. Belki de bu yüzden tarih sahnesinin merkezinde insan vardı. Hani insan önce kendisini sevmelidir derler ya. İşte doğadaki her şeyden bir parça taşıdığımızı bilmeliyiz. Yani insanoğlu kendisini sevmeyi gerçekleştirmesi için her şeyi sevmesi gerektiğini bilmeli, en azından şeylerin hukukunu koruması gerektiğini bilmelidir. İnsanoğlu ancak bu görevi tam anlamıyla yerine getirdiğinde özgür olacaktır. Özgürlüğün alışılagelmiş bencil tanımından da anlaşılacağı üzere insanoğlu bu görevi bir kağıda yazmış tozlu raflara kaldırmış ve sonra öylesine bozmuştur ki bu akışı, doğanın felsefesinin tam tersine kendi için varolmaya çalışmıştır. Sevgi hırsızlığına başlamıştır ve karşılıksız sevmeyi çok görmüştür. Bu nedenle özünden uzaklaşmış ve ruhunu bedenine hapsetmiştir. İnsan, özünden uzaklaştıkça ve özünden uzaklaşanların enerjisine maruz kaldıkça bedenine hapsolur ve o tutsaklığı hisseder. Nereye giderse gitsin o tutsaklığı yaşar tâ ki özüne yönelene kadar.