Zamana Bırakmanın Melankoliyle İlişkisi
Melankoli Bir Arzunun Yansımasıdır
Bir insanın kötü bir deneyimle karşılaştığında ilk sığındığı cümlelerden biri “zamana bırakmak” ya da “sürece güvenmek” olur. Bu sözler, insanın kendi yarasını doğrudan göremediği bir perde işlevi görür. Sanki zaman, olup biteni hafifletecek, sürecin akışı acıyı ortadan kaldıracakmış gibi düşünülür. Oysa zaman, yaşananı unutturmaz; yalnızca bizi o yaşantıya alıştırır. Zamanın tedavisi, bir unutma değil, bir kabullenme biçimidir. Bu kabulleniş, yüzeyde bir sükûnet sunsa da, derinlerde kalıcı bir melankoli yaratır.
Çünkü “kötü” diye adlandırdığımız her şey, aslında beklentilerimizin kırılmasıyla ilgilidir. Hayatta iyi ile kötü arasındaki ayrımı yapan şey, yaşanan olayın kendi doğasından çok, bizim ona yüklediğimiz anlam ve ondan beklediğimiz karşılıktır. Bir şey, beklediğimiz gibi gerçekleşmediğinde “kötü” olarak kaydedilir. Bu yüzden kötülük, dışsal bir olgudan çok, içsel bir kırılmanın adıdır. İşte tam da bu kırılma, sürecin zamana yaydığı bir hüzün değil, süreklilik kazanan bir melankoli üretir.
Melankoli, yalnızca bir duygusal durum değildir; varoluşun kendisine içkin bir deneyimdir. Kaybettiğimiz şeyler ya da hiç elde edemediklerimiz, zihnimizde ve ruhumuzda yankı bırakır. Bu yankı, zamanla silinmek yerine, daha derin bir sessizliğe gömülür. Çünkü her kayıp, aynı zamanda bir arzunun gerçekleşmemesi anlamına gelir. Dolayısıyla melankoli, yalnızca geçmişin ağırlığını taşımak değildir; geleceğe doğru uzanan, doyuma ulaşmamış arzuların gölgesinde yaşamak demektir.
İnsanı insan yapan özelliklerden biri de tam budur: elde edilemeyene duyulan özlem. Arzu, sürekli ertelenen ve hiçbir zaman tam anlamıyla tatmin olmayan bir itkidir. İnsan, arzusuyla var olur; fakat aynı zamanda arzusu tarafından yaralanır. Bu yaraların birikimi, melankoliyi doğurur. Her bireyin melankolisi, kendi arzularının ve eksikliklerinin yansımasıdır. Bu yüzden melankoli, kişisel bir yazgı gibidir: Bizi biz yapan, görünmez bir iç tarih.
Sürece güvenmek, insanın yaşama devam etmesini sağlayabilir; gündelik hayatın pratiklerini sürdürebilmek için böyle bir güvene ihtiyaç vardır. Fakat bu güven, derinlerde taşıdığımız melankoliyi ortadan kaldırmaz. Aksine, melankoli, sürecin gölgesinde sessizce varlığını sürdürür. Çünkü zamana bırakmak, acıyı dönüştürse bile arzunun izini silemez.
İşte bu noktada melankoli, bir yük olmaktan çıkar; insanın kendi iç dünyasını katmanlı bir şekilde inşa etmesine zemin hazırlar. Melankoli, yüzeyde bir kayıp gibi görünse de, derinlerde bir anlam üretme çabasıdır. İnsanın kendini sorgulaması, kendi arzularını tanıması ve varoluşunu yeniden düşünmesi hep bu melankoliden beslenir.
Sonuçta, “sürece güvenmek” yaşamı sürdürebilmenin bir yolu olsa da, insanın insanca tarafı, iyileşemeyen yanıdır. Çünkü iyileşememek, aslında arzu etmeyi bırakmamaktır. Melankoli, varlığımızın en kırılgan ama en insani katmanıdır; bizi hayata bağlayan şey yalnızca iyileşmek değil, iyileşemediğimizle birlikte yaşamayı öğrenmektir.