Amin Maalouf: Tarih Kurgu Üstadı

Kapak: Amin Maalouf

Lübnan'dan Fransa'ya uzanan bir yaşam ve bu yaşamın her durağında biriktirilen hikayeler... Amin Maalouf, sadece bir yazar değil, aynı zamanda Doğu ile Batı arasında köprüler kuran, kimliklerin katmanlı doğasını ve tarihin bireyler üzerindeki derin izlerini ustalıkla işleyen bir düşünürdür. Onun eserlerini okumak, bir zaman tünelinde seyahat etmek, farklı coğrafyalarda farklı hayatlara tanıklık etmek ve en nihayetinde kendi kimliğimiz üzerine düşünmektir. Maalouf, eserlerinde okuyucuyu bir konudan diğerine, bir karakterden ötekine incelikle taşırken, kimlik sorunlarını da incelikle işliyor.

Maalouf’un karakterleri genellikle sürgünler, gezginler ve aidiyet arayışı içinde olanlardır. Tıpkı yazarın kendisi gibi, onlar da farklı dillerin, dinlerin ve kültürlerin kesişim noktasında dururlar. Bu durumun en çarpıcı örneklerinden birini, belki de yazarın en bilinen eserlerinden biri olan Afrikalı Leo’da görürüz. Asıl adı Hasan el-Vezzan olan bu tarihi kişilik, Gırnata'da bir berber tarafından sünnet edilmiş, ancak kaderin bir cilvesiyle Roma'da bir Papa tarafından vaftiz edilmiştir. Maalouf, Leo'nun hayat hikayesini anlatırken, aslında tek bir kimliğe hapsedilemeyen, çağın ve coğrafyanın yoğurduğu melez bir ruhun portresini çizer. Granada'nın düşüşünden Fas'ın gizemli sokaklarına, Kahire'nin hareketli pazarlarından Roma'nın entrikalarla dolu koridorlarına uzanan bu yolculuk, kimliğin ne denli akışkan ve çok katmanlı olabileceğinin adeta bir kanıtıdır. Leo, Müslüman Hasan olarak başladığı hayatını, Hristiyan Giovanni Leone olarak sürdürürken, ne birinden tam olarak kopabilir ne de diğerine bütünüyle ait olabilir.

Maalouf'un bir diğer ustalığı ise tarihi gerçeklerle kurguyu, felsefi sorgulamalarla birleştirmesidir. Semerkant, bu yeteneğin doruk noktasına ulaştığı bir eserdir. Roman, iki farklı zaman diliminde ilerler: 11. yüzyılda Ömer Hayyam'ın Rubaiyat'ını yazma süreci ve 20. yüzyılın başlarında bu eşsiz el yazmasının peşine düşen bir Amerikalı'nın macerası. Maalouf, Hayyam'ın yanı sıra Selçuklu veziri Nizamülmülk ve Haşhaşilerin lideri Hasan Sabbah gibi tarihi figürleri de hikayenin merkezine yerleştirerek, bilim, inanç, iktidar ve şiirin iç içe geçtiği bir dünya sunar. "Semerkant", sadece bir el yazmasının hikayesi değil, aynı zamanda bilginin ve fikirlerin çağlar boyunca nasıl aktarıldığının, nasıl tehlikelere maruz kaldığının ve insanlık için ne denli değerli olduğunun altını çizen bir başyapıttır. Hayyam'ın bilge ve sorgulayıcı ruhu, romanın her satırına sinerken, Maalouf okuyucuya tarihin sadece olaylar dizisinden ibaret olmadığını, aynı zamanda büyük fikirlerin ve tutkuların bir mücadelesi olduğunu hatırlatır.

Tarihin büyük altüst oluşlarının bireylerin hayatlarını nasıl şekillendirdiği ve trajedilere yol açtığı teması ise Doğu'nun Limanları'nda somutlaşır. Romanın başkahramanı İsyan, Ermeni kökenli bir annenin oğlu olan bir Osmanlı prensidir. Hayatı, çöken bir imparatorluğun ve yeniden şekillenen bir Ortadoğu'nun sancıları içinde geçer. Bir Yahudi olan Clara'ya duyduğu aşk, farklı kimliklerin bir araya gelebileceğine dair bir umut ışığı yaksa da, tarihin acımasız çarkları bu aşka gölge düşürür. Maalouf, İsyan'ın hikayesi üzerinden Lübnan ve Filistin'de yaşanan bölünmeleri, kardeş halkların birbirine nasıl düşman edildiğini ve kimliklerin nasıl "ölümcül" hale gelebildiğini gözler önüne serer. "Doğu'nun Limanları", farklılıklara rağmen bir arada yaşama arzusunun, nefret ve siyasi çıkarlar karşısındaki çaresizliğini dokunaklı bir dille anlatır.

İnanç, kıyamet korkusu ve kurtuluş arayışı ise Yüzüncü Ad romanının temel izlekleridir. 1666 yılının dünyanın sonunu getireceğine dair yaygın bir inanışın olduğu bir dönemde, Cenevizli bir sahaf olan Baldassare, Tanrı'nın yüzüncü, gizli adının yazılı olduğuna inanılan bir kitabın peşine düşer. Lübnan'dan başlayıp İstanbul, İzmir, Konya ve Londra'ya uzanan bu macera dolu yolculuk, sadece bir kitabın değil, aynı zamanda umudun ve anlamın arayışıdır. Baldassare'nin seyahati boyunca veba salgınlarına, Sabetay Sevi'nin yarattığı çalkantılara ve büyük Londra yangınına tanık olması, Maalouf'un insanlığın belirsizlik ve korku anlarında nelere tutunduğunu ve inancın nasıl hem bir kurtarıcı hem de bir yanılsama olabileceğini sorgulamasını sağlar. Yüzüncü Ad, körü körüne bir inancın peşinde sürüklenen bir adamın hikayesi üzerinden, aslında hepimizin hayat yolculuğunda karşılaştığı ikilemleri ve arayışları yansıtır.

Amin Maalouf'un romanları bu sebeple yalnızca bir tarih kurgu eseri olmanın ötesindedir. Onun eserleri, Doğu'nun bilgeliğini ve Batı'nın rasyonelliğini bir potada eriten, insanı ve onun evrensel trajedilerini anlatan zamansız hikayelerdir. Bu yüzden bir Maalouf kitabı okumak, sadece bir hikayeye tanıklık etmek değil, aynı zamanda dünyanın farklı limanlarına demir atmış ruhlarla hemhal olmaktır.