Ben, Kirke: Mitolojiden Edebiyata Yansıyan Kadın Gücü
Erkek egemen bir mitolojik dünyada, Kirke kendi sesini bulur, yalnızlığını güce dönüştürür ve kimliğini yeniden tanımlar.
“Bir engereğe avucunuzdan yemek yemeyi öğretebilirsiniz ama ısırma arzusunu içinden söküp alamazsınız.”
Madeline Miller’ın “Ben, Kirke” adlı eseri, Homeros’un “Odysseia”sında tanıdığımız, Tanrılara kafa tutan büyücü Kirke mitinin sürükleyici bir uyarlaması olarak karşımıza çıkıyor. Miller, dokunuşlarıyla bildiğimiz bu mit öyküsünü derinleştirerek, kaleminin ustalığını gösteriyor. Eser, bize yeni bir dünyanın kapılarını açmanın yanı sıra, mitlerin nasıl yeniden yorumlanabileceğini de gözler önüne seriyor.
İncelemeye geçmeden önce, Yunanca kökenli bir kelime olan ‘’Mithos’’ kelimesinden türeyen ve ‘’söylenmiş veya duyulmuş olan sözler’’ anlamına gelen Mit’in tanımını yapmakta fayda görüyorum. Mitler, insanlık tarihinin derinliklerinden geldiği için, kendi dünyaları aracılığıyla dinleyenlerin dünyaları için bir etki yaratan anlatım yöntemlerinden bir tanesidir. Aynı zamanda, kültürel ve dini değerleri, toplumsal normları ve evrensel insan deneyimlerini anlatan hikayeler oldukları için toplumların kolektif bilinçaltını yansıtırlar. Mitler, günün sonunda toplumların kimliklerini ve dünyayı anlama biçimlerini şekillendirler.
Alınmaca ve gücenmece olmasın, eğer Kirke’nin hikayesini Miller’dan değil de Homeros’tan biliyorsanız, Kirke’yi korkutucu, erkek düşmanı, duygusuz ve ürkütücü bir cadı olarak düşünmenize şaşırmam. Çünkü mitolojiyi de tarih gibi erkek dilinden ve egemenliğinden öğrenmeye alışmış durumdayız. Bu durumun ne kadar yanlı olduğunu ancak Miller gibi yazarların dokunuşlarıyla farklı alanlarda düşünmeye teşvik edildiğinizde anlıyorsunuz. Size şimdi tamamen mitolojinin toplumsal cinsiyet eşitliğini anlatmayacağım, ama bu da ayrı bir yazımın konusu olsun.
Kirke, “Ben doğduğumda, olduğum şeyin bir ismi yoktu.” diyerek hikâyesine başlar. Bu cümle, onun dünyada kimliksiz ve yalnız hissettiği anların bir yansımasıdır. İnsan özünde hep yalnız olduğuna inanır belki de, bu yüzden dışlanmış, istenmeyen ve diğerlerinden farklı olanların hikayeleri her zaman daha derin bir yankı bulur bizler için. Kirke de böyle bir hikâyeye sahiptir. Güneş tanrısı Helios ve deniz perisi Perseis’in kızı olmasına rağmen, tanrıların gözünde ne yeterince güçlü ne de güzel bulunur. Helios’un kalabalık ve ihtişamlı salonlarında Kirke, sürekli itilip kakılan, ailesi ve güçlü tanrı akrabaları tarafından küçümsenen bir varlık olarak büyür. Bu dışlanmışlık, Kirke’nin iç dünyasında derin izler bırakır ve büyüye olan ilgisinin ilk kıvılcımını yakar. O, yalnızlığında sadece gücünü değil, kendisini de bulacaktır.
Prometheus'un Ateşi, Kirke'nin Dönüşümü
Kirke'nin küçük dünyasının dönüm noktası, tanrıların insana ateşi veren Prometheus'u cezalandırmasına tanık olmasıyla başlar. Tanrılar dünyasının acımasız doğasını ilk kez gerçek anlamda anlamasına sebep olan bu an, yıllardır içinde biriken sorgulamaların, cevapsız kalan soruların ve bir anlam arayışların devamını getirecektir. Kirke'nin yasak olmasına rağmen Prometheus ile konuşmasını vicdani bir hesaplaşma olarak yorumlayabiliriz. Bu adaletsizlik karşısında tanrılara karşı ilk isyan ateşi damarlarında alevlenir: Kirke, artık yalnızca izlemekle kalmayacak, doğru bildiği şeyi savunmaya çalışacaktır.
Bu olayın ardından Kirke, tanrılar dünyasından daha da uzaklaşır. Bir ölümlüye, Glaukos adında bir balıkçıya âşık olur. Ölümlü birine aşık olmak zaten başlı başına riskli bir seçimdir, ama Kirke, aşkı uğruna daha da ileri gider. Glaukos’un ölümsüz olması için büyü yapar ve onu bir tanrıya dönüştürür. Ancak Kirke’nin bu çabası, sevdiği adamı kendine bağlamak yerine, Glaukos’u başka birine, Skylla’ya kaptırmasına yol açar. Bu ihaneti ve hayal kırıklığını kaldıramayan Kirke, Skylla’yı bir canavara dönüştürerek öfkesini büyüye yansıtır. İşte tam bu noktada Kirke, kendi gücünün farkına varmaya başlar.
Kirke'nin elde ettiği güç, onu daha büyük bir yalnızlığa sürükler. Yaptığı büyüler, tanrılar tarafından hoş görülmez ve babasına gerçekleri itiraf ettiğinde, tanrıların dünyasında istenmeyen biri haline gelir. Zeus, onu örnek teşkil etmesi adına Aiaie adasına sürgün eder. İşte Kirke'nin gerçek yalnızlığı burada başlar. Ancak bu yalnızlık, onun için bir lanetten ziyade bir fırsata dönüşür. Aiaie adasında büyücülük yeteneklerini keşfeden Kirke, yalnızlığını güce çevirir. Bitkilerle deneyler yapar, büyülerini geliştirir ve adayı kendi krallığına dönüştürür. Kirke artık sadece büyü yeteneğiyle değil, aynı zamanda irade ve azimle de mücadele eder. O artık tanrılar dünyasında dışlanmış bir figür değil, kendi kaderini kendisi çizen güçlü bir kadındır.
İki Yolun Kesiştiği Ada
Kirke, genellikle adasına sığınan erkekleri cezalandırmak (içlerindeki kötülükleri gördükten sonra) için büyülerini kullanırken, Odysseus ile olan etkileşimi bu kalıbın dışında gelişir. Odysseus, Kirke'nin adasına, uzun ve yorucu bir deniz yolculuğunun ardından, mürettebatıyla birlikte tesadüfen ulaşır. Karşılaşmaları, başlangıçta Kirke'nin diğer yabancılara gösterdiği kuşkulu ve savunmacı tavrı barındırır. Ancak Odysseus'un zekası ve sözlerindeki içtenlik, Kirke'nin ona karşı tutumunu yumuşatır. Bu türden bir iletişim, Kirke'nin daha önce hiç kimselere göstermediği bir yanını ortaya çıkarır.
Kirke ve Odysseus arasında zamanla gelişen ilişki, her ikisinin de yaşam öykülerini paylaşmalarıyla derinleşir. Odysseus, Kirke'ye Truva Savaşı'ndan ve zorlu deniz yolculuklarından bahsederken, Kirke de ona büyücülük sanatını ve tanrıların dünyasındaki deneyimlerini anlatmasıyla birbirlerini, hislerini keşfetmeye başlarlar. Tam da bu yüzden, Odysseus'un adadan ayrılması zor bir veda olarak Kirke'nin hayatında derin bir iz bıracaktır. Kirke, bu ilişkiden aldığı ilhamla, hem bir cadı hem de bir kadın olarak daha bağımsız ve özgür bir yol çizer çünkü kendine dair anlayışı, insanlık haliyle olan bağı hiç olmadığı kadar güçlenmiştir.
Bu ilişkinin ötesinde, Odysseus'un ardından Kirke beklenmedik bir gerçekle yüzleşir: hamileliği. Çocuk, Odysseus'tan olan oğlu Telegonos'tur. Athena'nın kötü talih getireceği yönündeki tehditlere rağmen, Kirke, oğlunu korumak için baştan beri her şeyi yapmaya hazırdır.
Telegonos’un doğumuyla başlayan bu yeni yaşam, Kirke'nin tanrısal güçleri ile ölümlü yönleri arasında bir denge kurma çabasını ortaya koyar. Oğlunu, tanrıların dünyasında bir ölümlü olarak büyütürken, ona Odysseus'un cesaretini ve kendi bilgeliğini aktarmayı umarak geçirir günlerini. Kirke, oğluna karşılaşabileceği tehlikelere karşı koruma sağlamak ve ona güçlü bir kimlik kazandırmak için elinden gelenin fazlasını yapar. Ancak Telegonos'un ölümlü doğası, onun yaşamını daha karmaşık hale getirir.
Annelik, Kirke için sadece bir çocuk yetiştirmekten öte, kendi geçmişiyle yüzleşme ve ondan öğrenme sürecidir. Telegonos büyüdükçe, babası Odysseus hakkındaki gerçekleri öğrenir ve onunla tanışma arzusu içinde yanıp tutuşur. Kirke, bu isteği desteklerken aynı zamanda oğlunun güvenliği için endişelenir. Telegonos'un Ithaca'ya gidişi ve Odysseus ile karşılaşması, Kirke için son derece duygusal bir süreçtir.
Kitabın sonuyla ilgili detaylara girmeden rahatlıkla söyleyebilirim ki, Madeline Miller, "Ben, Kirke"yi yazarken sadece mitolojiyi edebi bir eser olarak kullanmakla kalmamış, aynı zamanda modern dünyanın sorunlarına da ışık tutan güçlü bir araç olarak değerlendirmiştir. Kirke’nin kendi gücünü keşfetme yolculuğu, dışlanmışlık ve yalnızlıkla şekillenirken, bu sürecin sonunda kendine yeten, güçlü bir kadına dönüşmesi dikkat değer, sıcak bir tebessüm bıraktıran cinstendir. Bu nedenle, kitap sadece mitoloji meraklılarına hitap etmekle kalmıyor; aynı zamanda kadınların tarih boyunca güçlerini nasıl bulduklarını ve kendi hikâyelerini nasıl yeniden yazdıklarını keşfetmek isteyen herkes için ilham verici bir okuma sunuyor.