Beni Asla Bırakma: En İyi Spekülatif Roman

Mesele yalnızca klonlar değil

Şu zamana kadar derslerde okumakta yükümlü olduğumuz romanlardan bir türlü hiç etkilenememiştim. Ancak eğitimimin sonuna yaklaştıkça ve işlediğimiz konular yakın geçmişe dayandıkça profesörlerimizin hazırladığı müfredata hayran olmak çok doğaldı. Bahar dönemimizin roman dersinde işlediğimiz son kitap da bu bölüme olan sevgimi zirveye taşıdı.

Kazuo Ishiguro’nun Never Let Me Go adlı romanı, yüzeyde sade görünen ama derinliklerine indikçe okuyucunun içini sızlatan bir hikâye sunuyor. Hailsham adlı yatılı okulda büyüyen Kathy, Tommy ve Ruth’un hayatı, başta sıradan bir gençlik hikâyesi gibi başlasa da kısa sürede okur, bu çocukların aslında organ bağışçısı olmak üzere yetiştirilen klonlar olduğunu öğreniyor. Ancak Ishiguro bunu bir bilimkurgu romanında görmeye alışık olduğumuz dramatik bir çıkışla değil, karakterlerin sakin ve içsel anlatımlarıyla sunarak bambaşka bir etki yaratıyor. Hikâye boyunca yüksek sesle değil, neredeyse fısıltıyla konuşan bu roman, sessizliğiyle büyülüyor.

Romanın en temel gücü, etik sorularla duygusal kırılganlığı bir araya getirme biçiminde yatıyor. “Bir hayat, başka bir hayatı kurtarmak için ne kadar değersizleştirilebilir?” sorusu, roman boyunca açıkça dillendirilmese de her satırda kendini hissettiriyor. Karakterlerin yaşamı, geleceği hakkında hiçbir söz hakkı yok; onların dünyasında özgürlük, yalnızca başkalarına faydalı oldukları sürece tanımlanıyor. Ne acı ki, bu düzen içinde büyüyen çocuklar buna isyan etmeyi bile öğrenememişler. Hailsham’daki eğitimleri, onları kaderlerini sorgulamayacak şekilde biçimlendiriyor. Ishiguro’nun asıl ustalığı da burada devreye giriyor: Bu düzenin acımasızlığını, yüksek sesle eleştirmek yerine, karakterlerinin suskunluklarıyla anlatıyor.

Kathy, romanın anlatıcısı olarak geçmişini büyük bir sükunetle hatırlarken, araya sıkışan cümlelerde bastırılmış duygularla karşılaşıyoruz. Tommy’ye karşı duyduğu sevgi, yıllar boyu dile gelmeden kalıyor. Ruth ile aralarındaki karmaşık dostluk ise kıskançlık, pişmanlık ve suçluluk gibi insana dair pek çok duygunun kırılgan bir dengesini yansıtıyor. Ne var ki bu karakterler öfkelenmiyor, isyan etmiyor, bağırmıyor. Onların iç dünyası, sessizce kanayan bir yara gibi. Bu da okuru daha derinden etkiliyor. Çünkü bu sessizlik, kabullenilmiş çaresizliği; bu dinginlik, bastırılmış feryadı simgeliyor.

Ishiguro’nun anlatım tarzı ise şiirsel bir sadelik taşıyor. Süslü cümleler yok, büyük trajediler anlatılmıyor ama kelimelerin altı duygularla dolup taşıyor. Kathy’nin hafızasından süzülen bu hikâye, adeta bir gün batımının son ışıkları gibi yumuşak ama kaçınılmaz bir karanlığa doğru ilerliyor. Okur da bu ilerleyişi izlerken zaman zaman kendi hayatını, duygularını ve seçimlerini sorgularken buluyor.

Never Let Me Go, sadece “insan” olmanın değil, “insanca” yaşamanın da ne anlama geldiğini sorgulatan bir roman. Etik bilimkurgu gibi görünse de asıl mesele, sevmenin, özlemenin, bağ kurmanın anlamı. Roman bittiğinde okuyucunun aklında tek bir soru kalıyor: Gerçekten özgür müyüz, yoksa bize çizilen roller içinde sadece sessizce yaşamayı mı öğreniyoruz? Ishiguro bu soruya cevap vermiyor ama onun romanında cevaplardan çok sorular yankılanıyor. Ve belki de en unutulmaz olan da bu.