Bitkisel Bir Söyleşi / 4.Bölüm
Çevreyle ilgili duyarlılığımızı günden güne yitiriyoruz Kaçımız gündemde olan Kaz Dağları'ndaki orman katliamı konusunda tepki gösterdi?
Teknolojik ve tıbbi gelişmeler sayesinde uzayan insan hayatı oldukça da hızlandı. Bu artan hız ise hiç şüphesizdir ki yaşam kalitemizi düşürüyor. Gün içinde mecburen dahil olduğumuz fiziksel ve zihinsel aktiviteler bizi hem yoruyor, hem de strese sokuyor. Bu tekdüze yaşam biçimi, dikkatimizi doğal çevrede olup bitenlerden kopararak tamamen yapay süreçlere ve sanal gerçekliklere odaklanmamızı sağlıyor ve çevreyle ilgili duyarlılığımızı günden güne yitiriyoruz... Örneğin, kaçımız şu anda gündemde olan Kaz Dağları'ndaki orman katliamı konusunda gerçekten vermesi gereken tepkiyi verdi? Ya da her şey olup bittikten ve yüz binlerce asırlık ağaç kesilip, yok edildikten sonra verdiğimiz bu tepki normal midir?... Ya da son zamanların en büyük orman yangınlarından biri olan Muğla, Dalaman'daki yangının üzerinden bir ay geçti ve acaba bunu hatırlayan kaldı mı?... Peki ya Salda Gölü çoktan unutulmadı mı?
Öte yandan sürekli olarak dış dünyaya kapalı ve yapay olarak iklimlendirilmiş mekanlarda yaşamak, bedenimizin mevsimsel geçişlere,ışık ve ısı farklılıklarına uyum sağlayamamasına neden oluyor. Uzun çalışma saatleri nedeniyle, çalışanlar (Homo economicus) için çoğu zaman gece ve gündüz adeta birbirine karışıyor. Depresyon ve stres kaynaklı ortaya çıkan tüm rahatsızlıklarımızın temel nedeni de işte bu.Oysa insan kendini izole ettiğini sandığı(!) doğal döngünün ayrılmaz bir parçasıdır. Peki tüm bunların bitkilerle alakası nedir?... Bitkiler, bize unuttuğumuz ya da artık farkına varamadığımız o doğal düzeni hatırlatıyorlar. İşte sırf bu sebep için bile olsa bitkileri gündelik yaşamlarımızın bir parçası haline getirmek zorundayız. Gündelik yaşam ve çalışma alanlarımızda onlara yer vermemizin en önemli nedeni de budur. Günümüzde sağlık ve eğitim kurumlarında, kapalı çalışma ortamlarında, alışveriş merkezlerinde dahi bitkilere daha sık rastlamaya başladık. Çünkü bitkiler güzellikleriyle sadece ruhumuzu okşamakla kalmıyor, aynı zamanda onu, doğayla uyumlaştırarak iyileştiriyor da. Sırf bu nedenle bitkisiz bir ev, sağlıklı bir ev olamaz dersek, hiç de yanlış bir şey söylemiş olmayız. Daha büyük ölçekte düşünüldüğünde, ulu önder Atatürk de "Ormansız bir yurt vatan değildir" demiştir. Atamızın, "Uygarlığın temelinde var olanların arasında ağaç, çiçek ve yeşillik bulunmaktadır. Bunlar olmadan uygarlığın korunması mümkün değildir. Yeşillikle her şey tamamlanır, gözle görülür bir rahatlama, elle tutulur bir gelişme içine girilir", sözleriyle de anlatmaya çalıştığı şey budur.
Gelin şimdi de bazı bitkilerin doğal döngülerini beraberce gözlemleyelim: Anavatanı olan Akdeniz havzasından tüm dünyaya yayılan bir yaban çiçeği olan farekulağının (Anagallis Arvensis) genellikle turuncuya dönük kırmızı ya da nadiren mavi, beyaz ya da leylak renkli çiçekleri sadece güneşli havalarda kendini gösterdiğinden, yabancılar ona “fakir adamın barometresi” adını vermişler. Bu narin bitkiye, kırlarda ya da şehrin ortasında bile sıklıkla rastlayabilirsiniz. Bir zamanlar yağmur yağıp yağmayacağını bu bitkinin küçük çiçeklerine bakarak kestirmeye çalışırmış çiftçiler... Akşam sefası (Mirabilis jalapa) ve Eşekotu (Oenothera biennis), akşam saatlerinde çiçek açıp, gece boyunca çiçeklerini yalnızca geceleri aktif olan bitki ve hayvanlar için açık tutan bitkilerdendir. Genellikle gündüz belli belirsiz olan kokularını, daha çok geceleri etraflarına yayarlar... Gecenin Kraliçesi (Hylocereus) ise, kaktüsgiller (Cactaceae) familyasından sadece geceleri çiçek açan bir kaktüs türüdür. Ona “gece açan kaktüs” ya da “ay çiçeği” diyenler de var. Bitkinin geceleri çiçek açmasının nedeni ise tozlaşmayı yarasa ve güve gibi gece ortaya çıkan canlılar aracılığıyla yapıyor olmasıdır...
Evlerimizi ya da bahçelerimizi süsleyen tüm bu ve benzeri bitkiler bize, gece ve gündüz arası geçişleri işaret ediyorlar... Bazı bitkiler ise çok daha ilginç hatta henüz anlayamadığımız doğal döngülere sahiptirler. Örneğin;Bambu (Bambusoidaea), buğdaygiler (Poaceae) familyasından 1200 adet bitki türünü kapsayan büyük bir ailedir. Bambuların en ilginç özellikleri ise çiçeklenme dönemleri, öyle ki, sadece 65 ile 130 yılda bir çiçeklenen türleri var. “Phyllostachys bambusoides” türü 130 yılda bir defa çiçekleniyor ve sonra da ölüyor. Park ve bahçelerde sıklıkla karşımıza çıkan Yüzyıl bitkisi (Agave Americana) da ölmeden hemen önce çiçek açan bitkilerdendir. Yine bir hayli ilginçtir ki aynı bambu türünün türdeşleri, dünyanın neresinde ve hangi ikliminde olursa olsun aynı anda çiçek açıyorlar. Bu bir tür biyolojik saat mi, yoksa bitkiler aralarında bir şekilde haberleşebiliyorlar mı bilinmiyor. Çeşitli tezler ileri sürülse de bu konu, bilim dünyası için hala gizemini koruyor. Onları gözlemleyen birileri olmasaydı, bu bitkilerin böylesi ilginç özelliklere sahip olduklarını bilebilir miydik?...
Aslında hepimiz çocukluğumuzdan bu yana ister istemez açık havada bulunduğumuz süre zarfında çeşitli bitkileri gözlemliyoruz. Kimi zaman bahçede oynarken topladığınız yaban çiçeklerini, kimi zaman kırda piknik yaparken dikkatinizi çeken ve hatta tırmandığınız ağaçları anımsamaya çalışın. Bazılarını sadece yılın belli zamanlarında görüyor, bazılarının lezzetli yemişlerini sadece belli mevsimlerde topluyordunuz. Bana hak verirsiniz ki çocuklar, dünyanın en iyi gözlemcileridir. Buna kendi "hiç bitmeyen"(!) çocukluğumdan bir örnek verecek olursam, aklıma ilk gelen bitki olarak sevgili böğürtlenden (Rubus fruticosus) söz edebilirim size. Orman yürüyüşlerimde en sık rastladığım çalı türü olan böğürtlen, her yıl olduğu gibi bu yıl da yaz sonuna doğru (Ağustos sonu - Ekim başı) koyu mor renkli meyvelerini sunmaya ve mutlaka iğnelerini bana batırmaya başlayacaktır, çünkü olgunlaşan ve ellerimi boyayan meyvelerine ulaşmamın başka bir yolu yoktur. Alçak dalları ormandaki memelilere, yüksek dalları kuşlara ve en dip köşedeki ulaşılmaz dalları ise bana kalır...
Küçükken en sevdiğim meyve olan çileğin (Fragaria x ananassa) pazara çıkar çıkmaz kokusunu duymaya başladığımı söylerdi büyükannem. Bu belki de doğrudur çünkü her yıl, yaz başlangıcında (Mayıs sonu) çilek kokusu duyarak buna adeta şartlanmış olma ihtimalim çok yüksek. Yapılan genetik araştırmalar, insan burnunda yer alan koku almaya yarayan alıcı hücrelerin bazılarının cildimizde ve hatta iç organlarımızda da bulunduğunu ortaya koymuştur. Belki de koku sadece burnumuzla algıladığımız bir algı türü değildir, kim bilir... Çok sevdiğim bir başka meyve olan şeftali (Prunus persica) ise benim için adeta yazı simgeleyen bir bitkidir. "Eğer güneş ısırabileceğim bir meyve olsaydı, şeftali tadında olurdu" derim çoğu zaman. Güneş belki de çoğu insana portakalı (Citrus x sinensis) çağrıştırır, oysa portakalın mevsimi kışın başlangıcıdır (Aralık). Bu örneklerden de anlaşılacağı gibi mevsimler de bitkiler aracılığıyla, çeşitli kokular ve tatlarla kodlanmıştır benliğimize. Bazen de bu tatlar ve kokular bize hayatımızın belli dönemlerini anımsatır. En kolay örnekler olduğu için bu meseleyi anlatırken meyveleri seçtim. Oysa bir yıl boyunca gözlemlediğiniz bir alanda (bu kendi bahçeniz ya da evinizin yakınlarındaki park da olabilir) yetişen bitki çeşitliliğini gözlemlediğinizde, çok daha karmaşık bir düzenin varlığının farkına varırsınız.
Kuş ya da kelebek gözlemcilerini duymuşsunuzdur, ellerinde dürbünler ve büyüteçlerle keşif gezilerine çıkarlar. Oysa bitkileri gözlemlemek için hiçbir alet kullanmanıza gerek yoktur, elleriniz, gözleriniz, burnunuz, kulaklarınız ve çok temkinli olarak dilinizi de kullanabilirsiniz. Bir şehirde yaşıyorsak, her istediğimiz an doğaya çıkabilecek kadar şanslı olamayabiliriz. Ama yapabildiğimiz her fırsatta doğaya da haftalık planımızda yer ayırmamız gerekiyor. Bunu yapamıyorsanız, bahçenizde, balkonunuzda ya da pencerenizin önünde de yapabilirsiniz. Ya da bir kent parkını ziyaret edebilirsiniz. Bunların her birini, farklı ölçeklerdeki doğa parçaları olarak düşünün. Tek yapmanız gereken merakla ve ilgiyle bitkilere odaklanmak ve tüm alıcılarınızı kullanarak onları gözlemlemek. Yanınıza küçük bir not defteri ve bir kalem alarak, her hafta ziyaret ettiğiniz bu doğa parçalarında neleri gözlemlediğinizi not alabilir, böylece haftalar, aylar, mevsimler değiştikçe çevrenizde de nelerin değiştiğinin farkına varabilirsiniz. Ben de yaşadığım bölgede yaşayan bitki türlerini bu yöntemle tanıdım ve onlara hangi koşullarda rastladığımı not ederek, onlarla başka nerelerde karşılaşabileceğimi tahmin etmeye çalıştım. Şaşırtıcı olan, bazı bitki türlerine neredeyse her yerde rastlarken, kimileriyle çok sınırlı alanlarda karşılaşıyor olmamdı. Kimilerine sadece yüksek, tepelik ve bol güneş alan alanlarda, kimilerine ise gölgesi ve nemi bol ağaç altlarında rastlıyordum. Bazıları su kıyısından uzaklaşmazken, bazıları ise tarla sınırlarında karşıma çıkıyordu. Kendime bir de hangi bitkilere nerede rastladığımı gösteren minik bir harita oluşturdum. Bu bilgilerimi zamanla çektiğim fotoğraflarla, yaptığım çizimlerle ve yaptığım okumalardan elde ettiğim notlarla da zenginleştirdim.Bitkileri tanımaya başladıkça, yaşadığım bölgenin daha önce hiç bilmediğim ve tahmin etmediğim bir bitki örtüsü zenginliğine sahip olduğunu gördüm. Yalnızca bir bahar ve yaz mevsimi süresince gözlemleyebildiğim bitkilerin sayısı beni şaşırtmıştı. Kışın toprak üzerinde kalan kısımları kuruyup rüzgarlarla savrulan, karlar altında kalan yüzlerce bitki türü, her yıl yeniden yeşeriyor, hayatlarına kaldıkları yerden devam ediyorlardı. Keşfedecekleriniz, bulunduğunuz mevsime ve coğrafyaya göre şüphesiz değişiklik gösterecektir ama emin olun onlar hakkında çok fazla şey öğreneceksiniz. Dilerseniz bunu bir hobiye dönüştürmek sizin elinizde. Yapabilseydim, insanların bu deneyimlerine dair tuttukları notları paylaşabildikleri ve birlikte daha çok şey öğrenebildikleri yerel bir kulüp kurardım... Üzülerek söylemeliyim ki bu çoğumuzun ilgi duyduğu bir alan değil. Belki de biz henüz o kadar uygar değiliz.
Son olarak; Kaz Dağları'yla ilgili belki de söylenebilecek çoğu şey söylenmiş olsa da yine kendi düşüncelerimi paylaşmak isterim. Sadece iki defa ziyaret edebildiğim bu ormanlar, hayatım boyunca gördüklerim arasında en güzellerinden biridir. Kaz Dağları'nın tepesinden izleme şansı bulduğum manzara ise unutamadığım birkaç masalsı ama bir o kadar da gerçek olan unutulmaz görüntüler sıralamamda ilk değilse de ikinci sırada yer alıyor. O zümrüt yeşili ormanların yaşlı ağaçlarıyla kucaklaşmış, onların yosundan saç ve sakallarını okşamış, henüz siyanürle kirlenmemişken pırıl pırıl derelerine ayaklarını sokup yosunlu kayaların üzerinde oturmuş bir doğasever olarak son gelişmeler nedeniyle hissettiğim kederi anlatabilmenin hiçbir yolu yok. Sadece iki defa bulunduğum bir yer hakkında böylesi bir hassasiyet geliştirmiş olmam bazılarımızın (!) bir türlü anlayamadığı bir şey olabilir. Açıklayayım o halde: Bizzat kendi yerinde görme şansına sahip olduğum Kazdağı göknarı (Abies nordmanniana subsp. equi-trojani), sadece bu bölgede yetişen ve ülkemize özgü üç göknar türünden biri. Tıpkı Kazdağı göknarı gibi, dünyanın başka yerinde rastlayamayacağınız bir çok endemik bitki ve canlı türü de bu ormanlarda varlığını sürdürüyor. Bu endemik türler hem var oldukları ekosistemin önemli parçaları, hem de gelecek nesiller için barındırdıkları potansiyel nedeniyle paha biçilemez doğal zenginlikler. Bir örnek vermek gerekirse, henüz modern tıbbın çözüm getiremediği belirli bir hastalığın çaresi o endemik bitkilerden birinin içerdiği çok özel ve yapay olarak sentezlenemeyecek bir kimyasal bileşikte yatıyor olabilir. Kendi ülkelerinde tek bir ağaç bile kestirmeyen Kanadalılar'a, birileri tarafından bu eşi benzeri olmayan ekosistemi yok etme izni verilmiş olması, her ne bedel karşılığında olursa olsun asla kabul edilemez. Ne yazık ki Kaz Dağları, son yıllarda talan edilen, rant uğruna peşkeş çekilen doğa parçalarımızdan sadece biri. Bu konuda bilinçlenmediğimiz ve hiçbir tepki göstermediğimiz takdirde de benzerlerini yaşamaya devam edeceğiz ve hatta yaşıyoruz da. Ta ki bize doğayı ve onun kusursuz işleyişini hatırlatacak hiçbir şey kalmayana dek bu kıyım devam mı edecek sizce?...