Bitkisel Bir Söyleşi / 5. Bölüm
Bitkiler asırlardır sadece insanların karnını doyurmakla kalmayıp hayal güçlerini de besleyen bir esin kaynağı olmuştur.
Bitkiler, asırlardır sadece insanların karnını doyurmakla kalmayıp, hayal güçlerini de besleyen bir esin kaynağı oldu. İnsanlık, yerleşik hayata geçiş yaparak bahçe ve tarım işleriyle uğraşmaya başladığı andan itibaren bitkilerle daha yakın ilişkiler kurmaya başladı. Avcı-toplayıcı olan ilk insan, sadece meyve toplamak ve avlanmak amacıyla ormana ayak basarken, bir zaman sonra ormanda karşılaştığı bazı bitki ve hayvanları ehlileştirerek kendi küçük ormanını (ya da bahçesini) evinin yanı başında kurmaya başladı. Böylece yiyecek sıkıntısı çekerek göç etmeye zorlanmadan uzun süre boyunca aynı ortamda kalabildiğini keşfetti. Bugün severek tükettiğimiz çoğu meyve ve sebze, yüzyıllar boyunca insan eliyle aşılanıp melezlenerek bugünkü halini aldı. İlkel formlarını hala doğada görebileceğiniz meyve ağaçları ilk zamanlarda sadece orman hayvanlarının damak zevkine hitap ederken, artık kitlesel olarak üretimi yapılabilen birçok tahıl türü bugünkü kadar verimli besin kaynakları değildi. Tabi ki insan elini her attığı türü ehlileştirmekte başarılı olamamıştır. Fakat insan onlarla daha fazla haşır neşir olup daha fazla zaman geçirdikçe, bitkiler antik inanışların, gelenek ve göreneklerin, sözlü edebiyatın (masal ve efsaneler) ve bugün adına kültür dediğimiz her şeyin ayrılmaz bir parçası haline geldiler.
Bitkiler, bugün botanik biliminde kullanılan Latince isimlerinden çok önce, onları ilk keşfeden yerel halkın taktıkları isimlerle tanınıyorlardı. Bu isimler bize az çok onların doğal yaşamları, ilk kullanım şekilleri ve hangi yerel inanış ve efsanelere konu oldukları gibi pek çok konuda ip ucu sunar. Bu ilginç bilgilerin farklı kültürlerdeki izlerini sürmek bir etnobotanik uzmanının sorumluluğudur. Farklı kültürler dedim çünkü her ne kadar bitkiler bulundukları yerden hiçbir yere ayrılmayan, kökleriyle toprağa sıkı sıkıya bağlı canlılar olsalar da tohumları rüzgarlarla, sularla, meyvelerini tüketen canlılar ve hatta insanlarla dünyanın dört bir yanına taşınır ve orada yeni bir hayata başlar. Her bir bitkinin karşılaştığı farklı insan toplulukları ve kültürler üzerinde bıraktığı tesir de kuşkusuz aynı değildir. Bazı toplumlar için önem arz eden bir bitki, diğerleri için önemsiz ya da sevilmeyen bir şey bile olabilir. İşte bitkiler hakkındaki tüm ilginç inanışlar ve söylenceler de buradan doğar ve yasadığımız topluluğu nasıl etkilediklerine göre de değişir. Bu inanışlardan kimisi günümüzde hurafe olarak görülüp unutulmaya yüz tutsa da kimi bölgelerde hala eski günlerdeki canlılığını koruyanlar da vardır kuşkusuz.
Yeryüzünde birçok farklı kültürde "Hayat Ağacı" benzeri ağaç kökenli inanışlara ve yaradılış öykülerine rastlanabilir.
Örneğin; bugün hala kötü bir şeyin olma ihtimalinden bahsettiğimizde ne yaparız?... “Tahtaya vur”, derler eskiler. Bir konuda şansımızın yaver gitmesini istiyorsak ya da bir takım negatif tesirlerden etkilenmek istemiyorsak bunu yaparız. İşte bu tahtaya vurma adeti yüzyıllar öncesinden kalan bitkisel bir gelenektir. Tahta dediğimiz şey aslında ağaçtır ve atalarımız bir zamanlar tahtaya vururken ağaçların buğulu güçlerini kullanarak kendilerini kötü güçlerden korunmaya çalışıyorlardı. Pek çok kültürün yaratılış efsanesinin kökeninde ulu bir ağacın varlığından söz edilir. Biz Türklerin de her mevsim kendini yenileyebilen ve uzun yıllar yasayan bu varlıkları sonsuz yasamın kaynağı olarak görmüş olmamız çok doğal değil mi?... İslamiyet öncesi Şamanist Türklerde -Hayat Ağacı kültü- yaygındı. Ladin, köknar, çınar, meşe, kayın, karadut ve katran ağacı gibi birçok ağaç kutsal sayılıyordu. Türkler hem saygıdan hem de korkudan yaşlı dev ağaçların yaşadığı yüksek dağlar ve tepelere çıkmazlardı. Yalnızca yağmur yağdırma, evlenme, ya da bir hastalığın tedavisi amacıyla bu ağaçlar ziyaret edilirdi. Topluluklarının önde gelenleri öldüklerinde mezarlarına kutsal ağaçlar adeta bekçi olarak dikilirdi.
Ağaçlarda koruyucu ruhların yasadığı inancının izleri, kuzeydeki İskandinav pagan halklarında, antik Mısır’da, antik Mezopotamya’da, Anadolu’nun beşiğinde büyüyüp artık kaybolmuş pek çok antik kültürde de karsımıza çıkıyor. Çünkü insan ateşi bulduğundan beri doğadaki yırtıcılardan, ağaçlardan topladığı odunları yakarak korunabiliyordu. Açlıktan ve hastalıktan ağaçların sunduğu meyveler (bazen bir ağacın tohumu, yaprağı ya da kabuğu) sayesinde kurtuluyordu. Yaşamını kolaylaştıran ve her gün kullandığı birçok aleti ağaçların odunundan elde ediyordu. Bu ulu ağaçların bulundukları ormanlarda esen rüzgarın bu ağaçların dalları ve kovuklarını doldurarak çıkardığı seslerden ötürü onların tanrısal olduğuna inanmış da olabilirler. Bitkisel söyleşimizin başında da bahsettiğim üzere, bilim insanları yaşlı bir ormanda tek başıma dolaştığımda bile kendimi güvende hissetmemi (ki bunu sadece ben değil yapabilen herkes hissediyor) toplumsal kolektif hafızamızın bir ürünü olduğunu söylüyor. Yani genlerimizde ağaçlara güvenmek var sevgili okurlar...Tahtaya vurmak kavramının hangi noktada doğduğu ise net değildir ama neden doğduğu belki bu şekilde özetlenebilir. Bugün hala Arapça’da, Türkçe’de, İsveççede, Brezilya ve Karayipler’de konuşulan yerel dillerde tahtaya vurmak deyimine karşılık gelen deyimler bulunması oldukça ilginçtir.
Her bir bitkinin etkileşime geçtiği insan topluluğu için önemi ve anlamı farklıdır ve bu da bitkilerin kimi zaman iyi, kimi zaman ise kötü şöhretli olmasına yol açar. Bu tıpkı biriyle ilk defa karşılaştığımızda üzerimizde bıraktığı tepkiyle oluşan değer yargılarımıza benziyor. Biraz örneklendirelim... Örneğin eski insanlar perilerin ağacı olduğuna inandıkları dişbudak ağacını (Fraxinus) asla evlerinin yakınlarına dikmezlermiş çünkü onun bahçe toprağının tüm verimli özelliklerini tükettiğine inanırlarmış. Bir dişbudağı kesmeleri gerektiğinde ise perilerden özür dilerlermiş. Öte yandan dişbudağın odunundan yapılmış sırıklara tutunmaya çalışan tırmanıcı bitkilerin kuruduğu söylenir. Belki de bu inanışın doğmasına sebep olan şeylerden birisi de budur... Meşe (Quercus) asırlardır tanrısal yasamın, gücün ve dayanıklılığın sembolü olmuş, paganların kutsal saydığı üç ağaçtan bir diğeri. Eskiler, yaz gündönümünde (21 Haziran) yapraklarının hışırtısında tanrının sesinden gelecek yıla dair kehanetler duyacaklarına inanırlarmış. Yeni ayda ekilen meşe palamutları kişiye şans getirir, onu büyülerden ve düşecek yıldırımlardan korur, ona doğru yolu gösterirmiş. Eğer sonbaharda düsen bir meşe yaprağını havada yakalayabilirseniz o kış boyunca tüm hastalıklardan korunacağınıza inanılırmış. Eski cağlarda savaşçılar, yaralanıp hasta düştüklerinde meşe ağacının yaprağında toplanmış yağmur suyunu içerek iyi olacaklarına inanılırmış. Meşe, içerdiği tanen nedeniyle savaşçıların yaralarının enfekte olmamasını sağlamış olabilir. Yani yine bir başka söylencede de ufak da olsa bir gerçeklik pay olduğunu görmemiz gerekiyor.
Meşe gibi iyi şöhretli olan bir başka ağaç da üvezdir (Sorbus). Eskiden bebekleri kundaktayken kaçıran cadılar ve kotu ruhlar yaklaşamasın diye beşikleri üvez ağacından yaparlarmış. Üzerinde kötü şans ya da kara büyü olduğuna inanan kimselerin evlerinin kapısının yanına bir üvez ağacı dikmesi gelenektenmiş... Ceviz ağacı (Juglans) ise buyucu tanrıçanın ağacıdır. Güya cadıların etrafında dans etmeyi sevdiğine inanıldığından tekinsiz olduğu söylenir. Öte yandan eğer cebinizde kabuğu açılmamış bir ceviz taşırsanız hayatınızın önemli bir evresini daha kolay atlatırmışsınız. Mürver ağacı (Sambucus) bazı kültürlerde cadılara karşı koruyucu olarak kabul edilir. Kimi kültürlerde ise mürver ağacının dalları meyveyle dolduğunda cadıları kendisine çektiğine inanılıyormuş. Siz de bir Harry Potter hayranıysanız, Hogwarts büyücülük okulunun müdürü Profesör Albus Dumbledore’un asasının da mürverden yapıldığını belki anımsarsınız. Meğer ki usta yazar J.K. Rowling geleneksel inanışa uygun davranarak mürver asayı iyilerin lideri Dumbledore’a layık görmüş. Öte yandan mürverin her zaman kişiye kötü şans getirdiğine de inanılıyor (ki Dumbledore’a olanlardan da belli zaten). Hatta bazı mürver ağaçlarında da cadıların yaşadığı söyleniyormuş. Bir inanışa göre ağacın dallarını budamak ya da onlarla bir ateş yakmak “Mürver Ana” adı verilen ağaç ruhunun gazabına uğramak için yeterliymiş.
Şüphesizdir ki zaman içerisinde sadece ağaçlar değil, onların köklerinde yetişen otlar, çalılar ve çiçekler de böylesi inanışlara konu oldular. Şimdi biraz da bunlara göz atalım. Aslanpençesi eskiden iksir yapımında kullanılan bir bitkiymiş, yapraklarında tuttuğu çiğ taneleri kullanılıyormuş bu iş için. İlk simyacılar bu bitkinin yapraklarındaki su damlalarıyla farklı metalleri saf altına dönüştürmeyi deneyip durmuşlar. Bitkinin Latince adı (Alchemilla) da buradan geliyor. Öte yandan bu bitki Ortaçağ’da yaraları kurutmak, kanı durdurmak için de kullanılmış. İsveçlilerse iyi bir uyku uyuyabilmek için yastıklarının altına koyarlarmış aslanpençesini. Sığırkuyruğunun (Verbascum), yabancı dildeki yöresel adları cadı fitili veya fitil otudur. Eski bir inanışa göre bu otu yakmak cadıları ve büyüleri uzak tutmaya yararmış. Diğer bir inanışa göre ise cadılar büyülerini bu bitkiyle tutuşturdukları ateşte hazırlarmış. Öte yandan gerçekten de eskiden bitkinin yaprakları ve sapındaki tüylerden de mum fitili yapılırmış. Yüksükotunun (Digitalis), İskandinav mitolojisinde “peri çanı” olduğuna inanılır. Periler yaklaşan avcılara karşı arkadaşlarını uyarmak için bu çiçekleri çan gibi çalarmış. Günümüz İngilizcesi’nde bu bitkiye foxglove (tilki eldiveni) denilse de aslında ona eskiden `folksglove` deniyormuş. İngilizce de perilere `good folk` (iyi halk) dendiği düşünüldüğünde bitkinin tilkilerle değil aslında perilerle alakalı olduğunu anlıyoruz. Bu son derece zehirli bitki için bir İngiliz atasözünde “Yüksük otu ölüyü diriltir, diriyi öldürür” deniyor. Roma mitolojisine göre Zeus’un karısı ana tanrıça Hera, bir erkeğe ihtiyaç duymadan doğum yapmanın bir yöntemi olarak keşfetmiş bu çiçeği. Hera bitkiyi karnına ve göğüslerine dokundurduğu anda hamile kalıvermiş ve savaş tanrısı Mars’ı (ya da bir başka kaynağa göre ise volkan tanrısı Vulcan’ı) doğurmuş.
Zehirli bitkilerin çoğu tahmin edersiniz ki cadılar ve kötü ruhlarla ilişkilendirilmiş söylencelere konu olmuşlardır. Kurtboğan (Aconitum) ülkemizde de içinde bulunduğumuz aylarda çiçekli olarak rastlayabileceğiniz çok zehirli bitkilerden biri. Çok zehirli dedim çünkü bitkiye elinizi sürmeniz bile zehirlenmenize yol açabilir. Bitki zehirli olmasına rağmen çocuk ve evcil hayvan bulunmayan evlerde bahse bitkisi olarak da kullanılıyor. Cadıların kötücül büyülerinde en sık kullandığı bitkilerden biri olan kurtboğana, güzelavratotu (Belladona), kış gülü (Hellebore) ve ban otu (Hyoscamus) eşlik ettiğinde ortaya çıkan karışımla süpürgelerine uçma niteliği kazandırdıklarına inanılmış. Cadılar, her ne kadar masal kahramanı figürler gibi görünseler de büyücülük bir zamanlar belki de oldukça sıradan ama gerçek (!) bir uğraştı. İşte burada bahsedilen `uçma özelliği` ile kast edilen belki de eski zamanlardaki büyücülerin bu zehirli karışımlar sayesinde süpürgeler aracılığıyla değil de halüsinasyonlar görerek astral seyahatler yapabilmeleriydi. Şüphesiz günümüzde büyüyle uğrasan kişiler (örneğin modern Wicca toplulukları) Ortaçağ’daki meslektaşlarının aksine bu son derece zehirli otlardan uzak duruyorlar. İngiltere`nin kuzeyinde bu zehirli bitkileri hep bir arada görüp tanıyabileceğiniz bir `Zehir Bahçesi` bulunuyor. Alnwick şatosunda halkın ziyaretine acık olan bu bahçe biraz eksantrik bir soylu olan Northumberland Düşesi tarafından kurulmuş.
Biraz da her gün karsımıza çıkan ya da gündelik olarak görebileceğimiz bitkilere bakalım: Örneğin rezene (Foeniculum vulgare) geçmişte cadılara ve kara büyülere karsı kullanılan silahlardan biri olmuş. Kepinizin üzerine asacağınız bir demet rezenenin ve anahtar deliklerine koyacağınız rezene tohumlarının evinize kötülüğün girmesini engelleyeceğine inanılırmış... Keklik otu (Origanum vulgare), yetiştiği her yere mutluluk getirdiğine inanılan bir bitkiymiş. Çoğunlukla bizde yakın akrabası olan “dağ kekiği” olarak da adlandırılıyor. Keklik otunun yabancı dildeki karşılığı olan oregano sözcüğü Yunanca oros (dağ) ve ganos (neşe) sözcüklerini içerir. Antik Roma’da gelin ve damadın tacına konan keklik otu onların mutlu bir omur sürmelerini sağlarmış. Keklik otunun yapraklarından yapılan çayın şeker hastalığına iyi geldiği, yoginin ise boğazda oluşan enfeksiyonları önlediğine günümüzde de inanılıyor. Maydanoz (Petroselinum crispum), kuzey halklarının inançlarına göre şeytana ait bir bitkidir. Bunun nedeni bitkinin çok geç filizlenmesi olabilir. Bilimsel olarak doğrulanmış olmasa da karaciğer ve böbrek dostu olduğu, hazımsızlığa, hafıza sorunlarına ve depresyona iyi geldiği iddia ediliyor. Eklem ağrıları çekenler için de taze yapraklarının ezilerek ağrıyan bölgeye uygulanması tavsiye edilmiş. Daha pek çok farklı rahatsızlık için de kullanılmış...
Biberiyenin (Rosmarinus officinalis), eski cağlardan günümüze dek koruyucu bir bitki olduğuna inan ilmiştir. Cadılara ve büyülere karşı koruma sağlamasının yanı sıra kaybedilen sevgilinin mezarına ekilen tohumlarının o kişinin unutulmasını önleyeceğine inanılması da ilginç bir başka inanıştır. Adaçayı (Salvia officinalis), kötülüklerden korunmak için tütsü olarak yakılabildiği gibi yılan ısırıklarını tedavi etmek ya da kadınlarda doğurganlığı artırmak gibi çeşitli nedenlerle de kullanılmış. Romalılar onu mikrop öldürücü ve kanı durdurucu niteliklerinden ötürü yara tedavilerinde kullanmışlar. Ortaçağ’da görülen veba salgınlarını bile önleyebileceğine inanılan adaçayı o dönemde o kadar popülerleşmiş ki manastır bahçelerinde yetiştirilmeye başlanmış. Ona “Salvia” yani “kurtarıcı” ya da “sağlık veren” denmesinin nedeni de her derde deva bir bitki olarak kabul edilmesiymiş. Hatta Ortaçağ Avrupası’nda “bahçesinde adaçayı olan bir adam niye ölsün ki?” diye eski bir deyiş bile var. Araplar da onu ölümsüzlüğün ilacı olarak görmüşler. Hatta tıbbi bitkilerin Latince isimlerindeki “officinalis” ibaresi de manastırlarda tıbbi otların konulduğu odaya yani “officina”ya ait anlamına gelmekteymiş.
Bana hak verirsiniz ki bir yazıya bitki dünyasının tüm gizemini sığdırmak oldukça güç. Bu yazıda bahsedebildiklerim dışında çok sayıda bitki birbirinden güzel hikayelere ve efsanelere konu olmuştur. Bu yazıda daha çok inanış, söylence ve gelenekler, bitkilerin kullanım şekilleri üzerinde durduk, bir başka yazıda da bitkilerle ilgili mitlere, masallara, halk hikayelerine bakarız yine hep birlikte. Bir sonraki yazıda tekrar buluşana dek, burada sözü edilen bitkiler ilginizi çektiyse onları daha derinlemesine araştırabilir, yazı da bahsedilmeyip de bahçenizde ya da bulunduğunuz yörede yetişen başka bitkiler hakkındaki inanış ve gelenekleri keşfedebilirsiniz. Büyüklerinizden dinlediğiniz bitkisel hikayeler, efsaneler varsa da bana yazın, bu yöresel hikayelere söyleşimizde de yer vermeye çalışırım. Böylece belki de doğanın sihirli bir şey olduğunu yeniden hatırlayıp bu güzelliklerin gelecekte de yaşatılmasını el birliğiyle sağlayabiliriz. Bu arada zehirli bitkiler konusunda da lütfen dikkatli olmayı unutmayın.