Bozuk Yollar
Belki de azınlık olmak, farklı olmak bizim için o kadar da fena bir durum olmayabilir. Değineceğim örnek bu konunun toplumsal boyutu!
Etrafındaki dünya tamamen farklı ve onları aralarında görmek bir yana onlardan şiddete varacak boyutta nefret ediyorlar ise hayat o topluma epey zorlayıcı olmalı değil mi? Bu sefer bu olaya farklı bir pencereden bakacağız.
Yolculuğumuza başlangıcımız Ankara'nın merkezi. İnsanın kendisini gerçek anlamda tanıması bile neredeyse mümkün değilken akrabaları, kandaşları ile yaşamsal rolleri, konumları, ilişkileri ve hayatın onları nerelere sürüklediği gerçeği ile hakiki bir tanışma pek mümkün olamayabiliyor. Bu yolculuk bir anlamda bir ''ilk tanışma''. Yolculuk hazırlıkları tamamlanırken son olarak bir dağcı çantası motorsikletin bagajına bağlanıyor. Umuyorlar ki çanta düşmesin, yoksa yolda büyük bir felakete neden olabilir. Yola çıkılıyor, motorsiklet dünyayı yararak ilerlemeye başlıyor. Ankara'nın Beypazarı ilçesini çoğumuz hayatımızda en az bir defa duymuşuzdur. Büyük bir doğa güzelliğine sahip olduğu yadsınamaz bir gerçek fakat yolda ilerlerken o farklı renkteki katmanlara sahip olan dağlar, insanı doğa karşısında bir kez daha saygı duruşuna itiyor. Gözler bayram ederken köye yaklaşılıyor. Köye yaklaşıldıkça yollar dağlara yenik düşmeye başlıyor. Yollar hemen doğanın nizamına uyum sağlıyor. Keskin dönüşler ve dik yokuşlar ağır bir motorsiklet ile ilerlemek için epey sıkıntılı. Usta bir şoförlük istiyor.
Köyün tabelası göründü. Üzerinde epey fişek izi var. Taşrada uçan kaçan, yüksekte olan her şeye sıkma gafletine düşmüş olanların var olması üzücü. Fakat insanları eleştirmeden önce onlar gibi düşünüp, onların yaşamlarını, dünyayı nasıl gördüklerini anlamak da epey önemli. Bu söylediklerim vandallık için değil elbette.
Dik bir tepeden sıyrılınca karşımıza bir vadi üzerinde kurulmuş güzel tahta evlerle dolu fakat bir fırça darbesi ile dağıtılmış gibi bir köy çıkıyor. Köyün giriş tabelası önünde nöbet tutan köyün çoban köpeklerinin bize kendi usüllerince yaptıkları GBT kontrolünden sonra onayı alıp köyün içerisine doğru bizleri buraya davet eden beyefendiyi bulmak üzere hareket ediyoruz. Bizi bulması pek zor olmadı. Sarı bir motorsiklet ile köy meydanında iki kasklı insan dikkat çekici olmalı. Onun aracının peşine düşüp yolları geçiyor ve ara sokaklara dalıyoruz. Aslında buraya gelme amacımız doğal güzelliklerdi fakat bakalım eski bir dost ile neler yaşayacağız. Karşılama esnasında daha ilk dakikadan pot kırıyorum. Aslında bu pek de pot kırmak sayılmaz. Alışılmışın dışında bir sağa bir sola kucaklaşmanın ardından yaptığı kucaklaşmayı kaçırıyorum. Gülerek biz böyle kucaklaşmayız diyor. Bir kez daha gülümseyerek kucaklaşıyoruz, önce sağa sonra sola ve son olarak başlangıca doğru son bir kucak. Kucaklaşmaya bu kadar önem vermeleri, bu konuya dikkat etmeleri epey garip geldi. Biz gülümserken o bizleri evine buyur ediyor.
Evin avlusunda odun ateşinde demlediği çay eşliğinde sigaralarımızı tellendirirken yolculuktan bahsediyoruz. Bize büyük bir heyecanla yaptığı plan programı anlatırken buluyoruz kendimizi. Bizim asıl arzumuz yaylalarda dolaşmak, temiz havayla ciğerlerimizi doldururken doğanın tadını çıkartmak. Kendisi havanın soğukluğundan bahsedip ısrarlı biçimde bizleri evinde ağırlamaya ikna etmeye çalışıyor. Her ne kadar yaylada kalmayı istesek de evde kalmayı ısrarları sonucu kabul ediyoruz, onu kıramıyoruz. Bize görev bilmiş gibi hizmet etmeye çalışıyor. Tanrı misafirliği bu olsa gerek. Çaylarımız bitince atmosferden mest olmuş biçimde yaylaya doğru yola çıkıyoruz. Yolda ayva ağaçlarının yanından geçerken birer ayva koparıp şehirde yediklerimizin ne kadar da yavan olduğunu bir kez daha anlıyoruz. Bu inanılmaz güzellikteki doğa bizleri anlatılanlarla birlikte epey üzüyor. Çocukluğunda yüzdükleri, balık tuttukları o nehirler şimdi ıslık gibi incecik akar, köyün kayalıklarında ötüşen o güzelim kekliklerin sayısı artık bir elin parmaklarını geçmez olmuş. Birinci yayla dedikleri bir göle ulaşıyoruz bu üzücü anlatılanları dinlerken. Burası artık epey kalabalıklaşmış ve Dante'nin cehennemi tasvir ettiği gibi 7 yayladan oluşan köyün Bolu'ya ulaşan yaylalarının ilki ve en kolay ulaşılanı, belki de doğaya karşı bu kadar günah işlenebilmesinin bir tezahürü. Burada hava kararmadan donmakta olan göle karşı buranın gençlerinin ergenliklerinin başından itibaren başlayan maceralarının başlangıç noktasında birer bira yuvarlayıp gölü seyre dalıyoruz.
Hava kararırken bu kez köyde evdeyiz. Ev sahibimiz bizlere odun ateşinde güzel ve bir o kadar da doğal olan malzemelerle mükellef bir sofra kuruyor. Doğanın uykuya dalışına denk geldiğimiz için epey üzülüyoruz ama eski adetler gereği kurutulmuş veyahut tuzlanmış gıdalar, reçeller bizleri mest ediyor. Çay bardaklarımıza da boğma rakılar dolduruluyor. Ellerimizi kadehe sarıp bardakları tokuşturmak yerine ellerimizi birbirine değdirip ''Cam cama değil can cana'' diyerek rakılarımızı yudumluyoruz. Biraz demlendikten sonra saz baş köşeden kendi kendine ellere ulaşıyor dersem pek de yanlış olmaz.
"Yüce dağ başında yanar bir ışık,
Düşmüşüm derdine olmuşam aşık,
Ağ buğday benizli züldü dolaşık,
Dividim kalemim yazarım.
Böyle bir yavrunun derdi var bende,
Yar bende var bende,
İşte ben gidiyom sen hemen ağla,
Yan ağla dön ağla.
Yüce dağ başından indiremedim,
Yönünü yönüme döndüremedim,
Bir yarın aklını kandıramadım..."
Çocukluk aşkını görmek için çocukken başından geçenlerden bahsetti biraz. Ataları avluda yemek yerken sevdiğinin bahçesine girip söğüt ağacında buluşurlarmış. "Risk epey büyüktü," diyor ve ekliyor "ama göz kararınca gönül konuşur". Bir gün yine onlar ağaçtayken bahçeye yiyecek arayan domuzlar dalıyor, domuzların sarstığı ağaçta korkudan ne yapacaklarını bilemiyorlar. Aşağı inse domuz, inmese domuzlara doğrultulmuş bir süper poze tüfeğin saçmaları. Sevdiceğine zarar gelmektense domuzların üstüne atlayıp sürülerine katılıp kaçıyor. O gün ben bu işin olacağını biliyordum diyor. Şimdi o 13 yıl peşinden koştuğu kadınla evli. Bir de oğlu var, evladın insana tarifi olmayan bir mutluluk verdiğinden bahsediyor. Gözler kıpkırmızı ama aşktan alev alev. Sevgiye dair umutlarım epey arttı. Hikayemizi yazmaya devam etmek en zor olanı belki de ama.
Bizler yatmaya hazırlanırken sobanın yanına bir sürahi suyu bırakırken kontrol etmem gereken bir şey var diyerek dışarıya çıktı. Biz de peşinden tabii.
Biz gelmeden önceki gün yanıp küle döndüğünü öğrendiğimiz ve dumanları halen tütmekte olan tahta bir ev enkazına geldik. Bir akrabalarının eviymiş. Köy ahalisinden birkaç yaşlı enkazın başında hiç konuşmadan gecenin karanlığında oturuyorlardı. Biraz durduktan sonra dönüş yolunda üzüldüğümüzü görünce "Sıkıntı olmayacak, bizim buralarda bir yer yanarsa sadece su dökülmez. Köyün tüm ahalisi orayı eski haline nazaran iki katlı inşa eder, besi hayvanları dahil her şeyini hazır ederiz, sağlık olsun" dedi.
Ertesi gün o muhteşem doğada avarelik edip dağ tepe dolaştık. Yolculuğu sona erdirmek zorundaydık. Daha fazla yük olmak istemiyorduk bu dostun hayatına. Bu kadar işi, gücü ve dertlerin arasında hayatını bize adamıştı. Gönlümüz sımsıcak bir vaziyette motorumuza yüklendik. Dönüş yolları hep mi hüzünlü olur?
Sevginin küçümsenmeyip uğruna hayatların feda edildiği, bir elin parmakları gibi az ve aynı zamanda bir o kadar da birbirine bağlı olan bir diyardı burası.
İyi ki de böyleler, iyi ki kapalı kalmışlar.
Bozuk yolları cennete ulaşsın.