Duygular Da Sınıfsaldır

Görünürlük bir ayrıcalık.

Bazı acılar konuşulmadan da duyulur. Bazı acılar bağırsa da duyulmaz.

İçinde yaşadığımız toplum, sadece bedeni değil, ruhu da sınıflandırıyor. Acının da bir vitrini var; kimisinin acısı sokakta,kimisininki yalnızca kendi göğsünde yankılanıyor. Görünürlüğün politik olduğu bir düzende, duygular bile bir hiyerarşiye yaslanıyor. Kimin hüznü daha kabul edilebilir? Kimin kırgınlığı daha anlamlı? Kim ağlayınca dünya durur, kim ağlayınca ''abartıyor'' olur?

Yoksul bir annenin gözyaşıyla, orta sınıf bir kadının terapide anlattığı travma aynı terazide tartılmıyor. Biri güçlü olmak zorunda, diğeri kendini keşfetme yolculuğunda. Duyguların sergilenme biçimi bile bir ayrıcalık. Birinin travması, kitap kulüplerinde tartışılacak kadar anlamlı olurken, bir diğerinin acısı yetersiz anne-baba, eğitimsizlik, fakirlik gibi yüzeysel gerekçelerle geçiştirilir. Halbuki aynı keder, aynı iç burkulması, aynı gecenin içinde yaşanır. Ama biri anlatılır, diğeri yutulur. Sosyal medya, vitrine koyulmuş acı koleksiyonlarla dolu; estetikle süslenmiş, filtrelenmiş, alıntılarla meşrulaştırılmış. Oysa bir kenarda, sesi çıkmayan bir öfke büyüyor. Adını bile koyamayanların acısı var: dile gelmeyen, öğretilemeyen, anlatılamayan...

Duyguların da dili sınıfsaldır belki. Kimileri ''melankoli'' der, kimileri ''dert''.Kimisi susar çünkü susmak zorundadır; kelime bulamaz, vakit bulamaz, alan bulamaz. Çünkü acısını anlatması için önce o acının ''anlatılabilir'' olması gerekir. Ne de olsa her acı, edebiyatın konusu olamıyor. Bazıları sadece istatistik oluyor. Modern toplum, bazı duygulara mikrofona ulaşma hakkı tanır. Melankoli, nostalji, varoluşsal sıkışmalar; bunlar belli bir sosyal sınıfın içşelleştirilmiş estetik duygularıdır. Öte yandan yoksulluktan kaynaklanan kaygılar, şiddetten doğan korkular ya da göçle taşınmış hasretler ''ham'' bulunur, ''ham ve şekilsiz''. Çünkü onlar süslenmemiştir. Çünkü onların dili yoktur,dili tanınmamıştır.

Simgesel Şiddet dediğimiz şey tam da burada devreye girer. Görünmeyen bir baskı mekanizması olarak işler bu şiddet: Hangi duyguların ''ifade edilmeye değer'' olduğuna, hangilerinin kaba ya da fazla olduğuna toplumsal normlar karar verir. Ve böylece, bir sınıfın duyguları edebiyatta, sanata, medyaya yansırken; bir diğerinin duyguları ya bastırılır ya da karikatürleştirilir. Ve biz, görmeyi seçtiklerimiz kadar insaniyiz belki de. Bir çocuğun açlıkla uyuduğu bir geceyi romantize etmeden dinleyebiliyor muyuz? Bir kadının utana sıkıla anlattığı travmaya gerçekten kulak verebiliyor muyuz? Yoksa sadece duygularımızın sınıfına uygun acılarda mı yankı buluyoruz?

Acı, eşit dağıtılmıyor. Görünürlük bir ayrıcalık.

Ve belki de en derin acılar, hiçbir yere yazılamayanlardır.