Edebiyatın Kaynak Olduğu Sinema Üzerine Etkisi; İlk Uyarlamalar Çerçevesinde Edebiyat ve Sinema İlişkisi

"Beyaz ekrana taşınamayacak metin yoktur."

Sinema, resim ve heykel, müzik, tiyatro, dans, edebiyat, yapı (mimari) sanatların yanı sıra yedinci sanat olarak 1900 yıllarında kendini kanıtlamayı başarmıştır. Sinema ve edebiyat arasındaki ilişki; sinemanın kendine yer edinmeye çalışan yılların toplumsal, kültürel, politik ve tarih çalışanlarının yanı sıra kendisi gibi bir sanat alanı olan edebiyatla ilişkisi olmayan bir konumdadır.

Sinemanın diğer sanatların beraberinde edebiyatla olan ilişkisi 1903'ten sonra neden sonuç ilişkisine dayanan metin arayışıyla güçlenmiştir. Daha önce bilinen edebi metinlerin bir bölümünü ele alan sinema, sessiz olması, uzun metinlerin aktarılamaması gibi teknik problemlerle mücadele ederken dönemin toplumsal, kültürel, politik ve tarihsel açılarının prestijli olanı sinemayla buluşturarak uyarlama denebilecek filmler üretilmeye başlanmıştır. İlk uyarlamaları William Shakspeare, Goethe, Charles Dickens, Marry Shelly gibi büyük isimlerin karşılaştırmalı olarak tarihe geçmişleridir. Edebiyattan yararlanmanın diğer bir nedeni, yeni metinler oluşturacak meslek kolunun yoksunluğudur. O sırada henüz yazarlığı yok. Politikanın ve dini baskıların kamuoyu tarafından yenilenen düşüncesi de olumsuz olarak değerlendirilebilir. Olanın modernleşmesi, muhafazakarlığın tepkisini doğurdu. Gelişmişliğe ait açıklamaların bir kısmı sinemanın alışılmış olan, başarılı parçaları edebiyattan gelen çevirilerin bir kısmı ise kırılmaya çalışılan çevirilerdir. Edebiyat bu çerçevede geleneği yansıtmakla birlikte sinema, geleneksel olandan modernizasyona geçişin bir parçası niteliğindedir. Bir dönem zümresi tarafından halk eğlencesi olarak görüntülenen yeni bir endüstri olan sinemanın edebiyattan beslenmesini gerektirerek sembolik kimlik kazandırmıştır.

1960 - 1970'lerde adaptasyon yeni doğmuşlarda aynı kaynaktan beslenme ilişkisine girerek farklı çalışmaları ortaya çıkarmıştır. Edebiyatın sinemada yer alması onun beğenisini kazanacak “gerçek”; doğrudan, gerçekçi, “radikal”; özgürce yorumlayan ve sürdürülen “geleneksel”; geleneksel, çok sadık olmasa da olay takibi yapan olarak kalitededir.

Dönemin temel yaklaşımları olan realizm ve natüralizm akımları gereği insanların gerçeği görme arzuları, uyarlamalar için seçilecek metinlere etkili olmuştur. Bu durum sadakat kavramını getirmekle birlikte edebiyatın kendisi gerçeklikten uzakken sinemanın bağlamı ile eleştirilmiştir. Sinema-edebiyat ilişkisini iki yönlü düşünen bu kavram analitik okumada problemler oluşturacaktır. Edebi metni sözel malzemeye dönüştürerek oluşturulan senaryo üzerine yapılan adaptasyonlarla sözel malzemeden görsel ve işitsel eserin oluşumunu iki yönlü düşünceyle sınırlamak doğru yaklaşım olmamakla birlikte genellikle iyi sanat eserlerinin yeni bir yorum getirebilenler olduğu gerçeğiyle sadakat kavramı çatışmaktadır. Bu noktada sinema ve edebiyat dar bir çerçeveye sıkıştırılmamalıdır. Bu konu şu biçimde özetlenebilir; Beyaz ekrana taşınamayacak metin yoktur. Senarist ve yönetmen yaratıcı çözümler getirip metinleri doğru yorumladıkları takdirde tüm imkânsızlıklar aşılabilmektedir.

20. yüzyıl başlarına gelindiğinde ise sinemayla birlikte yükselen formalizm düşüncesi, sonrasında gelecek olan yapısalcılığı desteklemekle birlikte metni anlamlandırabilmek için biçimine dikkat etmek gerektiğini savunmaktadır. Metnin ne anlattığı değil, nasıl anlattığıyla ilgilenen formalistler, sanatı sanat yapanın nasıl anlattığı olduğunu savunmuşlardır. Buna bağlı olarak Rus biçimcileri de dili farklılaştırarak yabancılaştırma etkisiyle gerçekliğe uyandırma görüşündedirler. Bu doğrultuda oluşan syuzhet; sanatçının olayı aktarırken seçtiği yol ve fabula; yazarın seçtiği yoldan farklı öykü olarak sahip olduğu rasyonel zamandizinsel akış kavramları öne çıkar. Syuzhet ve fabula kavramlarının sonrasında yapısalcılar tarafından da edebiyat eleştirisinde yeri olacaktır.