Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın Gulyabani Hurafesi

Gulyabani Hikayesi ve Bilinmezleri.

Sözlük anlamı, ıssız yerlerde görüldüğü sanılan hayaletten gelen Gulyabani veyahut Gul-i Beyabani, eski Anadolu’da dev boyutunda, vücudu kıllarla kaplı,asalı ve uzun sakallı bir yaratık olarak tasvir edilmiştir. İnsanları türlü oyunlarla mahvettiği ya da akşam yemeği statüsüne koyduğu belirtilen bu canavar, zamanında birçok çocuğun korkulu rüyalarına konu olmuştur diyebiliriz.

Bu canavarın bahsi geçtiğinde akıllara ilk olarak bir Kemal Sunal filmi olan “Süt Kardeşler” gelse de, senaryonun özünün ilham kaynağı Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Gulyabani” adlı, ilk gayriresmi korku romanımız olarak da bilinen eseridir. 1912’de yazılmış olan bu roman Gürpınar’ın pozitivizminin bir yansımasıdır, halkın hatta ve hatta özellikle de koca karıların, perilerden ve cinlerden yana olan batıl inançlarını hicvetmesi ve öğretici bir tavır takınması yazarımızın tipik bir özelliği olarak çıkagelmiştir. 

Roman, Hanımnine bir okuyucudan gelen mektupla başlar, kendisi adamakıllı bir korku hikayesi okumak istediğini belirtir yazara. Hikaye hem yetim hem kocasız kalmış olan Muhsine’nin Ayşe Kadın tarafından çiftlikteki köşke temizlikçi olarak işe sokulmasıyla devam eder. Türlü manipülasyonlarla bunu başaran Ayşe kadın, Muhsine’yi oracıkta terk eder. Kaçışı olmadığını fark eden Muhsine evin kıdemli kalfaları olan Çeşmifelek ve Ruşen ile tanışık olmasıyla eğer cinleri rahatsız edecek aktivitelerden kaçınırsa rahatça yaşayabileceğini öğrenir. Ancak ne yazık ki durumlar Muhsine için hiç de bu yönde ilerlemez. Muhsine kendisine verilen beyaz gecelikle yatma, geceleyin odasını asla terk etmeme gibi bilimum kurallara uymaya çalışır fakat aklını oynatmış köşkün hanımının çıkardığı seslere kulak vermeden edemez.. Kahyaların da kendisine uymasıyla hanımı topluca ziyaret etmeye karar verirler ve Muhsine iyice cinlerin gözüne çarpar. Kapı eşiklerinden geçerken desturunu eksik etmeyen hanım karakterimiz artık onlar tarafından testlere tabi tutulmaya başlamıştır. Olayların merkezinde bulunan Muhsine için bu kısımlar pek korkutucu olsa da, biz okurlar için adeta kahkaha elementleriyle bezenmiştir. Cinlerden korunmak için kulak memelerine can havliyle tutunan Muhsine'nin sergilediği bu aptal-cesur arası davranışlar en sonunda onun leyhine olacaktır.

Hadiseleri bitmek tükenmek bilmeyen köşkte, Muhsine'nin yakışıklı bir peri olarak tanıdığı Hasan ile karşılaşması yine bir gecenin çökmesiyle olur. Muhsine'de perilerin de gözü olduğunu anlayan Hasan yavuklusunu korumak için onlarla savaşmaya hazırdır ve hodrimeydan ilan eder. Artık olayların kopma noktasına geldiği sıralarda, yaşanan gerilim damarlarımızda baş gösterir ve kendimizi iyi döşenmiş bir film izliyormuş gibi hissederiz. Bazılarımız kıllı cinin Muhsine'yi kapmak için camdan uzatmaya çalıştığı elini hayal ederken irkilebilir bile. Neyse ki o gecede semada bir silah sesi yankılanır ve perilerin şahının vurulduğuna şahitlik ederiz. Yıllarca rahatsızlık veren cinlerin, perilerin, Gulyabaninin aslında köşkün hanımının mirasini yemek isteyen iki rüsva yiğenin foyası olduğu ortaya çıkar. Gürpınar'ın savunduğu, sık sık trajikomik bir şekilde vurguladığı gibi, aslında her şeyin mantıklı bir açıklaması vardır.

Yazar “Cehaletle taassubun iç yüzü, bu iki kuvvetin bir araya gelerek nelere kadir olduğu meydanda.” diyerek toplumun korktuğu figürlerin sorgulama eksikliğinden ve körü körüne inanmaya olan bağlılığından geldiğini başarıyla vurgulamıştır bizlere. Muhsine'nin merak ve cesareti vuku bulmasaydı belki kendisi de teslimiyetini aklıyla birlikte verecekti. Batıllığa olan çekingenlikten uzak eleştirmeleriyle, akılcılığın önemini nükteli ve sürükleyici bir şekilde birleştiren Gulyabani, yazarın eserin başında da bahsettiği üzere ‘yirminci medeniyet yüzyılının zihinler için seçtiği akla uygun sınırlar içinde son bulur’.