Kadının Sanattan Soyutlanması

Bir kadını iyi bir sanatçı olmaktan alıkoyabilecek tek engel toplumun dayattığı kalıplaşmış ön yargılardır.

"Bir kadını Shakespeare'ın bütün oyunlarını yazmaktan alıkoyabilecek ya da Mozart'ın tüm operalarını bestelemesini engelleyebilecek bir yasa yoktur." John Stuart Mill'e ait "Kadınların Köleleştirilmesi" adlı kitapta okumuştum bu cümleyi ve o anda kadınların sanattan nasıl soyutlandığını daha derin düşünmeye ve araştırmaya başladım.

Çevremdeki insanlardan, birkaç ünlü ressam ismi söylemelerini istediğimde ya da klasik müziğin en önemli isimlerini saymalarını istediğimde neredeyse hepsi tarafından, erkek ressamlar ve müziyenlerden oluşan listeler sıralanması oldukça şaşırtıcıydı. Hâlbuki tarih boyunca sanatın ayrılmaz bir parçası olan ve sanata yön veren kadınların bu listelerde yer almamasının sebebi; kadınların sanat eseri icra edememeleri değil, toplumsal ön yargılar ile sanattan alıkonularak bu mecradan bir şekilde soyutlanmalarıdır. Ataerkil toplumlarda kadın, siyaset, ekonomi, çalışma hayatı, boşanma hakkı gibi birçok haktan mahrum olurken ne yazık ki sanat hakkından da mahrum edilmiştir.

Ne acıdır ki kadınlar her alanda sömürüldüğü ve kullanıldığı gibi sanat alanında da kullanılmıştır desek hiç yanlış olmayacaktır. Nihayetinde o büyük ressamların herkesçe bilinen ve en güzel diye dillendirilen tablolarının kahramanları da kadınlardır. Ünlü bir ressam ismi söylenmesini istediğinizde cevap olarak "Sandro Botticelli" ya da "Leonardo da Vinci" isimlerini duymak mümkündür. Peki ya neden Sandro Botticcelli denilince akla ilk "Venüs'ün Doğuşu", Leonardo da Vinci denilince ise "Mona Lisa" tabloları gelir? Kadınlar sanatın içinde bu kadar yer alırken nasıl bu kadar geri plana itilmiştir?

Kadın bedeni, tarih boyunca ataerkil zihniyet tarafından estetik ve güzelliğin simgesi hâline gelmiştir ve kadın bedenine bu gözle bakılmasının dışında yüklenen tek sorumluluk anneliktir. Bu bakış açısı bir anda gerçeklememiştir. Değişen toplumsal bakıç açıları ile din, siyaset, eğitim, hukuk gibi kamusallaştırılan alanlardaki çoğunluğun eril bireylerden oluşması ve sanatın da kamusallaştırılan bir alan olması, kadını sanattan soyutlamayı başarmıştır. Kadınların tüm bu alanlarda olduğu gibi sanatta da görünür olma mücadelesi tarih boyunca devam etmektedir. Günümüzde kadın erkek arasındaki eşitsizlik daha görünmez çizgilerle de olsa devam etmektedir ve bir kadını ünlü bir sanatçı olmaktan alıkoyabilecek tek şey; ataerkil düzeni alenen ya da bastırılmış şekilde savunan toplumsal bakış açılarıdır.

Belki bu sığ bakış açısı olmasaydı ki maalesef devam eden bir bakış açısı, ünlü ressamlar sorulduğunda listede Botticelli ya da Leonardo da Vinci isimleri ile birlikte; 660 portre ve 200 manzara resmi yapmış olan ve eserleri Louvre, Hermitage Müzesi, National Gallery gibi önemli müzelerde gösterilen Élisabeth Vigée Le Brun ya da Türkiye’de 32, İtalya’da 36, Fransa’da 23 ve Amerika’da 60’ı aşkın olmak üzere 150 dolayında eseri kayıt altına alınan ve portresini yaptığı kişiler arasında Mustafa Kemal Atatürk, Papa XV Benedictus gibi isimler bulunan Mihri Müşfik Hanım'ın isimlerini de duyabilirdik.


16-17. yüzyılda yaşayan Élisabeth Vigée Le Brun ve 19-20. yüzyılda yaşayan Mihri Müşfik Hanım, kadın erkek eşitsizliği arasında görünmez çizgiler yerine duvarlar olduğu dönemlerde mücadelelerini sürdürmüşlerdir ve sanat tarihine isimlerini geçirmeyi başarabilmişlerdir. Farklı dönemlerde ve farklı kültürlerde doğan bu kadınlar gibi sanat dünyasında ismini görebileceğimiz birçok kadın ressam, müzisyen, yazar olduğunu biliyoruz.

Bu yazıyı; tarih boyunca müzisyen, yazar ya da ressam gibi iyi bir sanatçı olmaktan alıkonulan tüm sanatçı kadınlara ithaf ediyorum.