Kitap Önerileri #3 Osamu Dazai'den "İnsanlığımı Yitirirken"

İnsanlığımızı yitiriyor muyuz gerçekten?

Tarzımın dışında ama bir o kadar da kariyer anlamında alanımın içinden bir kitap önerisi ile geldim.
"İnsanlığımı Yitirirken" okuduğum ilk Japon Edebiyatı eseri olması sebebiyle benim için daha en başından ayrı bir önem taşıyordu. Uzun zamandır bahsedilen,sosyal medyada da çeşitli sayfalarda karşılaştığım ama bir türlü alıp okuma önceliği duymadığım bir kitaptı. Çünkü her edebiyat alanının ayrı bir dünyası vardır. Bunları keşfetmek çoğu zaman keyif verse de kişisel ön yargılar devreye girince "okur olarak beklentilerimi karşılayabilecek mi yoksa tamamen olay ve kurgudan uzak kalacak mıyım?"diye endişelere mahal vermesi çok normaldir. Fakat en sonunda artık kitap hakkında yapılmış muhteşem övgülere kulak verip,alıp okumaya karar verdim. Tabi ki bu kadar övgü almış olması benim açımdan pozitif bir etki yaratmış oldu. Okumaya daha çok teşvik etti. Nitekim de kitabı elime alıp okumaya başladığımda yazarın akıcı üslubu ve konuyu anlatma şekli beni pişman etmedi. Sayfalar ellerimden kayıp gitti.

Konusundan bahsedecek olursam; Bir bireyin hayatla olan bağının zaman içerisindeki kopuşunu görüyoruz. Tüm kitap boyunca hayatla olan bir dargın bir barışık ilişkisini yakından inceleme fırsatı buluyoruz. Yo-çan adlı ana kahramanımız varlıklı bir ailenin içine doğmuş,hayata daha o zamanlarda da farklı bir pencereden bakan,etrafındakileri,çevresindekilere kendi içinden üstten bakan ya da onları içten içe eleştiren -demek daha doğru olacaktır- biridir. İnsanlar ile nasıl konuşması gerektiğini bilemez,aslında sadece kendisi gibi olmanın ona iyi geleceğini fark edemez ve hep yetersiz olduğunu düşünür. Öğretmenlerinin,arkadaşlarının dikkatini çekebilmek için -yazarın değimiyle- şaklabanlıklar yapar. Çünkü onları güldürebildiği her bir an onun yaşamasının bir nedenidir. Var olduğunun bir simgesidir.
Tüm hayatı boyunca bağımlılıklarına karşı savaş verir. Ama bu bağımlılıklar bir anda ortaya çıkmaz. İlk olarak okulda sırf var olduğunu,sevildiğini bu şekilde hissedebildiği için yaptığı şakalara,sonra başını hep bir şekilde belaya sokan kadınlara ve en son da ona tüm acılarını dindiren,bir nebze olsun onu yatıştıran alkole kaptırır kendini. Her seferinde kurtarmak ister kendini... Hiçbir yere ait hissetmez... Bu sebeple hep başka bir kapıdan diğerine sürüklenir durur.
Kendi kurtuluşunu bile bağımlılığı haline getirir.


Kişisel görüşüm bu karakterin zaten en başından beri psikolojik olarak iyi olmaması yönünde. Depresif bir karakteri de olması sebebiyle hayata,çevresine karşı attığı en küçük olumlu adım dahi olsa ona istediği bir tepkiye gelinmeyince hayal kırıklığına uğramasıyla her şeye gard alması bir oluyor. Onu başladığı yere götürüyor.Aslında en başından beri bir yardıma ihtiyacı var. Sadece sesini duyurabileceği ona güven veren bir çıkış yolu yok. Seçtiği arkadaşlıkları,katıldığı gruplar,yaptığı iş onun kendi hayatının içinde kaybolup gitmesine sebep oluyor.

Bir insanı; yaptığı arkadaşlıkları,bulunduğu ortam,romantik amaçlarla hayatına aldığı kişilerin ne kadar etkileyebileceğini hatta tüm hayatına bile mâl olabileceğini çok trajik ama bir o kadar da gerçekçi bir yönden görüyoruz.

Bir bakıma iradesiz de birini görüyoruz burada. Bu da sağlıklı durumda olmadığının bir başka göstergesi. Ve açıkçası karaktere karşı olumsuz bakış açımı yaratan yanı. Bu da benim karakterimle alakalı olduğunu düşünüyorum. Kitabın çoğu bölümünde fark edebileceğiniz üzere aslında kendisi de ona iyi gelmeyen şeylerin farkında ve bunlardan kopmak istiyor. Fakat ne olursa olsun hep hüsrana uğruyor. Belli aralıklarla başarıyor, sonra yine aynı sonuç...

Aile özlemi çekiyor belki de... Kitabın pek çok noktasında "Ailesinin yanına dönebilirdi? Neden bunu tercih etmedi ki?" diye düşündüğüm de oldu. Ama şu an bu yazıyı yazarken fark ediyorum da belki de ben konuyu fazla kişiselleştirerek objektiflikten uzaklaşıyorum.

Kitabın yazıldığı dönemi,o şartları fark edemiyorum.

Bu sebeple eleştirileri toplayabilirim fakat aslında kitap için yapılan fazlaca iyi yorumlar benim kitaba karşı olan beklentimi de aynı oranda yükseltti ve -bu benim belli bir noktada kitabı okuma hızımın düşüşüyle de ilgili olsa da- açıkçası tam olarak istediğimi bulamadım.

Bu yorum kitaba kötü dediğimi düşündürtmesin her şeyiyle puanlayacak olursam 5/5'lik kitap olmasına karşın konuyu daha kişisel bir açıdan ele alarak ve belki de yapılan her yoruma -çok iyi de olsa- fazla kapılmamak gerekir mi acaba diye de düşünüyorum :)

Bir de eğer bu kitabı tekrar okuyacak olsaydım kesinlikle en arkadaki çevirmenin yazdığı sonsözden başlardım. Kitap sonunda tüm kitap hakkında yapılan ufak ufak açıklamalarla ve aslında olayın gerçek yaşanmışlıklardan esinlenilmesi ile ilgili çarpıcı açıklamalar bulma fırsatı yakalayabilirsiniz. Bu şekilde tüm okuma serüveniniz sizin açınızdan daha olumlu geçebilir.


Kitabın sosyolojik bir ön incelemesini yapma cüreti gösterecek olursam
; burada bir anomiden bahsedildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Birey, topluma uyum sağlamaya çalışıp toplum tarafından her seferinde reddedilince yaşadığı boşluğu,değersizliği,hayattan kurtulma isteğini bastıramıyor ve her geçen gün başta kendine olmak üzere herkese ve her şeye karşı yabancılaşıyor. Bizim içinde bulunduğumuz şartlara göre gencecik diyebileceğimiz yaşta (27) 'kendini tanıyamıyor'. Ön görülebileceği üzere de sonucunda -Emile Durkheim'a atıfta bulunalım-bencil intiharın oltasına takılıyor. Burada Osamu Dazai'nin yarattığı karakter üzerinden yaptığı bir toplum eleştirisi var. Bizi nasıl davranmamız gerektiğini,neyin doğru neyin yanlış olduğuna bizden önce karar vermiş bir değerler sistemi var. Peki bu toplum denen şey ne? Onu var eden 'benim gibi' insanların olması demek değil mi?


Tabi burada Durkheim ile bir fikir ayrılığına düştüğümüzü fark etmiş olup asıl konumuzun karışmasına mahâl vermeden onun topluma olan yaklaşımına değinip konuyu alanın içinden olan ya da merak duyan kişilere yorum yapması için bırakalım.

Durkheim,sosyoloji alanını bir bilim olarak toplumun kurtuluşu için çare olarak görüp onu üniversitelerde ders anlatımı için kürsüye taşıyan ilk isim. Bireyin tek başına var olmasıyla hiçbir anlamı olmayacağını, bireyin değil toplumun bireyi var ettiğini savunanlardan...

Toplumu kuşatan bir ahlak sistemi olması gerektiğini çünkü bu zamana kadar insanları bir araya getiren en kuvvetli şeyin din olması sebebiyle insanları biraraya getirecek o yeni 'şey'in din gibi toplum tarafından kutsal kabul edilebilecek yeni bir -tabiri caizse- "inanç"olduğunu savunur.Bu da bilimdir.
Bu kısmı burada keserek başka bir yazının konusu olarak bırakıyorum.



Sözlerimi sonlandırma vaktim gelmişse,son olarak demek isterim ki kendinize bazen elinizdeki kitap bitince kafanızda bazı şeyleri oturtma amacıyla bir iki dakika da olsa sizi güncel anınızdan alıkoyan ve sizi farklı ama derin düşüncelere sürükleyen kitaplarla kavuşmaya izin verin. Pişman olmayacaksınız.