Gerçekten "Yalnız" Mıyız ?

Şimdi de ben sizlere soruyorum bu günümüzün çıkmazını...Haydi gelin düşünelim!

Bugün, herkesin hayatının belli bir bölümünde -belki de her gün- baş ettiği ama kimsenin de çok fazla dillendirmeyi tercih etmediği, kabullendiği bir gerçeği konuşmak istiyorum.

"YALNIZLIK"

"Modern insanın kaçamayacağı bir lanettir yalnızlık."

Burada modern insandan bahsederken kastettiğim şey; 19.yy sonu 20.yy başı itibari ile, gelişen dünyamızın artık eskilerle yetinmeyip yeni kapılar aralamaya başlaması sonucu dönüşülen insanlık hâlidir.
Bizler göremesek de insanlık, çok büyük ve ciddi sosyolojik dönüşümler geçirmiştir. Bunlar çoğu zaman da sancılıdır. Sanayileşme beraberinde gelen kapitalizm, salgınlar, yeni coğrafi keşifler, bilimsel buluşlar, göç... Bunların hepsi o dönemin insanı için adeta zincir kırıcı devasa olaylardır. Çünkü düşünelim:

Daha önce sadece küçük bir kasabada ya da köy evinde yaşayan,yaşamını ise tarım, hayvancılık ya da -bulunduğu konuma göre- ticaret ile geçiren;eğer katolik veya hıristiyansa haftanın belli günleri kiliseye giden ve daha çok orada sosyalleşen,Müslümansa da bu tarz bir gününün geri kalan zamanında kendi inancına uygun ibadetleri ile gününü geçirmeyi tercih eder. Onun en büyük sosyalliği komşuları ile geçirdiği vakittir. Arada gelişmelere uygun olarak mektuplaşma ya da çevirmeli telefonlar ile de kendisinden uzakta olan yakınlarıyla iletişim kurabilir.

Bunu eleştirebiliriz tabii ki ama yadırgayamayız. Onun da 'normal'i odur. Böyle bir düzende yetişmiştir.

İşte tam da böyle bir düzenden bir insanı alıpta fabrikaya, o çalışma şartlarına maruz bıraktığınızı düşünün. Sırf daha iyi şartlarda yaşamak, daha güzel bir gelecek kurmak amacıyla ailelerini, ait oldukları,büyüdükleri yerleri bırakan insanları düşünün.

Tabi,insan her türlü duruma adapte olabilen de bir varlık olarak (hatta psikoloji jargonunda "Düşünen hayvanlar" olarak adlandırılırız) tüm bu süreçlere de alışmıştır. Ama bu yenilikler bizim hayatımıza gelip işlerimizi kolaylaştırmasıyla birlikte karşılığında bizden de birşeyler götürür elbette.

Neleri mi götürür?

Samimiyetimizi götürür. Duygularımızı götürür. Aile-dostluk bağlarımızı götürür. Hayata olan anlayışımızı değiştirir. Mesela bir saatin içine hapseder bizi... tüm günümüzü,hepimizi. Hep bir yerlere, bir şeylere yetişmeye çalışırız. Telaşlı ve yorgunuz. Mekanikleşiri.

Tik tak...

Çıkar ilişkileriyle dolar etrafımız. Artık yaptığımız şeyde "bizim" bir önemimiz yoktur. Artık her birimiz birbirine benzemekle mükellef aynı fabrikanın "ürünleri" olmuşuzdur. Bizden ziyade ortaya çıkardığımız ürün önemlidir artık.

Duygularımızı götürür demiştim az önce. Daha doğrusu duygularımız biz elimizde sımsıkı tutmaya çalışsakta içine sıkıştığımız mekanik hayat,kurumlar,kuruluşlar... bunları bizden ısrarla çekip alır.Onları da suçlayamayız. Burada hedef alınacak tek bir nokta,tek bir kişi yok.
Fakat...

Hiç fark ettiniz mi kendinizi? Üniversitenin öğrenci işlerinde nasıl hissettiğinizi ya da bir vergi dairesinde, bankada ödeme yaparken? Hastanelerde mesela?

Size gerçekten yardım etmek için, sizi anlamak için mi oradalar? Yoksa sadece işini yapıp bir an önce evine gitmek isteyen yorgun,bunalmış insanlar gibiler mi? Size nasıl davranıyorlar?

Burada tabii ki üstüne basarak söylemem gerekir ki istisnalar olabilir. Olmalıdır da. İşini severek yapan, her yeni birgüne umutla başlayan insanlara da ihtiyacımız var. Aynı zamanda burada düşüncelerimi anlatırken de hiçbir tarafı/kişiyi savunma ya da bariz bir şekilde eleştirme amacı gütmemekteyim. Sadece düşünelim istiyorum. Konuşalım istiyorum. Bazı şeyleri fark edelim istiyorum. Birbirimizi anlayalım en azından anlama zahmeti gösterelim istiyorum. Bir önceki Alice adlı yazımda bahsetmiştim:

"Günümüzün en büyük virüsü; görmemek, duymamak, anlamamak" diye. Tam olarak bundan bahsediyorum.

Yalnızlaştık, çünkü birbirimize ihtiyacımız kalmadı. Belki de şartların ve de insanoğlunun bitip tükenmeyen merakı ile de kendimize yeni mekanikleşmiş dostlar edindik. Hayır hayır, onlarsız bir yaşamı savunmuyorum. Ben de onlarsız bir hayatın nasıl olduğunu bilmeyenlerdenim. Mesela otobüs durağına geldiğinde artık otobüsün gelip gelmediğini,ne zaman geleceğini sorabileceğin biri(leri)ne gerek yok! Sana onu söyleyen bir dostun var artık!

Yani uzun lafın kısası her şeyi elde edip refaha kavuşurken bir taraftan daha da yalnızlaşıyoruz.

Sokakta tanıdığımız insanlara doğru yürüyemiyoruz,selam veremiyoruz…hatta günaydın,teşekkürler,iyi akşamlar bile demiyoruz, diyemiyoruz. Kaçıyoruz… 

Neden?

Bu çoğunlukla yapamamaktan ziyade tercih etmemekle alakâlı bana göre. 

Neden tercih etmediğimiz ise merak konusu. Tabi ki bu kişiden kişiye değişebilir, kimseyi de zan altında bırakmak istememekle beraber hepimizden bahsediyorum burada. Çünkü bu topluca yaptığımız bir şey.

Neden sorusu bir şeyi açıklarken neyden var olduğunu yani onu NEYİN oluşturduğunu da anlamayı içinde barındırır.

İşte tam olarakta bu “neyi” sorgulamayanlar bir noktada yalnız kalmaya da mahkum olacaklardır.

Ne demiş Sokrates: "Sorgulanmamış hayat, yaşanmaya değmez."

Evet her dönem kendi yaşadığı dönemden bir öncesine karşı eleştiri ile yaklaşır. İlk bir açığını yakalamak ister. Ama bir o kadar da bazı şeylerine imrenir.

Evet,biz topluca çok zor ve büyük bir salgın ile maddi-manevi baş ettik. O dönemin gerektirdiği 'sosyal mesafe' ile birbirimizden hemen hemen 2 yıl uzak kaldık. Ama biz bunun öncesinde de zaten birbirimize çok uzaktık...

Bugün şahit olduğum kısa bir olayı paylaşmak istiyorum sizlerle. Hepimiz mutlaka toplu taşıma kullanmışızdır/kullanıyoruzdur ve nasıl bir ortam olduğunu biliriz. Sosyal hayatın farklı bir boyutudur. Yaşlılar genelde en çok konuşmaya meyilli olanlardır. Gençler ise daha çok susmayı tercih eder. Telefonu ve kitabı ile meşgul olur. İşte bende rahatsız olacağım bir durumla karşılaşmadığım müddetçe susmayı tercih edenlerdenim. Daha çok dinlerim. Neler oluyor, ne konuşuluyor diye...
Bugün de otobüsün çok yoğun olduğu bir saatte içindeydim. Otobüs genellikle o bölgedeki tek ulaşım olduğu için hep yoğun olur. Çoğunlukla ilk ben bineyim arbedesi vardır. İşte şimdi tam da şoförün cümlelerini yazıyorum.“Bırak abla, sen kendini kurtardın ya ona bak” bu cümle her şeyin özetidir sanırım. Bu traji komik cümlenin en ironik tarafı marifetmiş gibi söylerken de gülmesi oldu.
Biz birbirimizi yalnızlaştırıyoruz. Biz birbirimizin elini tutmayı bırakıyoruz. Biz birbirimizi terk ediyoruz aslında.

Ancak birlik olursak bu yalnızlık biter. Ve bu "birlik"te sadece dar zamanda,zor zamanda değil de HEP var olmalı. Yalnız olmadığımızı hep yakarışlarla, bağırıp çağırarak;iyi olmadığımızı,mutlu olmadığımızı, yeterli olmadığımızı söylemektense hep yan yana olduğumuzu birbirimize hissettirmeliyiz. Belki bunu büyük bir topluma maal etmek zorlayıcıdır fakat herkes kendinden başlarsa belki bir şeyler çözülebilir.

Kimine göre tüm bunlar safsata ve peri masalı gibi gelebilir. Fakat belki de artık masallara ihtiyacımız vardır. Masallar bize umut veriyordur.

"İnsanlar,umut aracılığı ile aşırı ıstırap durumunda anlamlılık bulmaktadırlar."

Demiş Berger 2012’deki bir yazısında. Haklı mı sizce? Umut etmek karanlığımızı aydınlatan bir ışık olabilir mi? Peki, yalnızlığımıza bir çare olabilir mi?

“Yalnızlık özünde sahip çıkılan bir şey” demiş, "Waldo Sen Neden Burada Değilsin?" De İsmet Özel. "Ancak ona(yalnızlığa)sahip çıkarsak yalnızız demektir... tek başınalıktan, kimsesizlikten, gariplikten çok farklıdır" onun için.

Aynı zamanda ekler: "...öyleyse yalnızlık adını verdiğimiz şey,insana dışından gelen bir şey değil. İnsan,yalnızlığı içinden türetiyor,insanların içini kaplıyor yalnızlık."


Peki o zaman burada şunu sorabiliriz:

”Biz gerçekten yalnız olmak istiyor muyuz?”


İşte bu,tüm iyi ve kötü yanları ile siz okurlara cevaplamasını bıraktığım bir soru.

İyi düşünün.

Bazen çok kolay cevaplanabilirmiş gibi gelen sorular,aslında cevaplanması en zor sorulardır.

Sevgi ile kalın.