Korku Filmlerinin Efsanesi: William Castle
Bir vizyoner ve ilham kaynağı. Büyük 'gimmick' ustası William Castle
Sizleri Amerika'nın 1960'lı yıllarına götüreceğim. Korku filmlerinin sektördeki yeri bir hayli geniş. Her yapımcının tek bir hedefi var: 'Nasıl daha çok seyirciyi salonlara çekerim?' Hepsi bunun cevabını farklı hikâyeler ve büyük bütçelerde ararken biri vardır ki başarıyı çok farklı bir yaklaşım ile yakalamış ve döneme damgasını vurmuştur.
İşte o isim, B sınıfı korku filmlerinin efsane yönetmeni ve 'gimmick' ustası William Castle.
(Gimmick: Türkçeye tam bir çevirisi olmasa da 'reklamı etkili yapan sunuş tarzı' şeklinde ifade edebiliriz.)
1914 New York doğumlu, Yahudi bir ailenin çocuğu olan William Castle'ın asıl soyadı Schloss'tur. Fakat kendisi daha sonra anlamı Almanca 'kale' olan soyadını İngilizceye çevirmiştir ve sinema hayatında bu soyad ile bilinmektedir.
Çok uzatmadan yaptığı düşük bütçeli ama akıl dolu işleri sizlere anlatırsam, nasıl biri olduğunu daha rahat anlayacağınızı umuyorum.
Macabre (1958)
Castle filmlerine daha fazla seyirci çekmek için farklı reklam denemeleri yapmaya başlaması Macabre ile başlamış. Küçük bir Amerikan kasabasında geçen klasik bir korku/gerilim türünde olan film için Castle, bir sigorta şirketi ile anlaşma yapmış. Filmin bilet satış noktasında seyircilere bilet ile beraber aynı zamanda Lloyd's of London adlı sigorta şirketinden bin dolarlık hayat sigortası verilmiş. Bunun nedeni ise eğer film sırasında korkudan biri ölürse bu hayat sigortasından faydalansın diye. Castle filminin ne kadar korkunç olduğunu daha film başlamadan seyirciye hissettirmiş.
Seyirciyi daha film başlamadan tedirgin etmesi sadece bununla sınırlı kalmamış elbette. Filmin ilk gösterimlerinin olduğu salonlara sahte sağlık görevlileri görevlendirmiş. Kendinizi seyircilerin yerine koyduğunuzda bu iki durumun gayet gerginlik yaratan bir olay olduğunu anlayabilirsiniz.
House on Haunted Hill (1959)
Kendine has sinemasında sürekli yeniliklerin peşinde olan Castle, her seferinde çıtayı yukarı çekmeye çalışmış ve seyirciyi hep daha fazla filme dâhil etmeye odaklanmış.
Film, çılgın bir milyarder olan Loren'in eşiyle birlikte bir parti vermek istemesiyle başlar. Partiye hiç tanımadıkları beş insan çağırırlar. Partiye gelen misafirlerine, eğer tüm geceyi bulundukları evde geçirebilirlerse hepsine 10.000 dolar vereceğini söyler. Buraya kadar da anlamışsınızdır; ne ev normal bir evdir ne de ev sahipleri sıradan tiplerdir. Misafirler için korku dolu bir gece çok geçmeden başlar.
Konusuna baktığınızda sıradan sayılabilecek bir korku filmi değil mi? Tabii ki öyle fakat Castle'ın bu filmini farklı yapan, sinema salonuna kurdurttuğu düzenektir. Filmin doruk noktasında, korkunun tavan yaptığı bir sahnede ve hikayeye de uygun bir şekilde tavandan seyircilerin üstüne doğru bir iskelet sallandırır.
Bu olay günümüzü düşündüğümüzde çok olağan geliyor, anlayabiliyorum. Hatta sizlere belki de neredeyse her şehirde 3, 5 tane olan 'korku evlerini' hatırlatmıştır. Ama zamanını düşündüğümüzde seyircinin yaşadığı eğlenceyi hayal edin. O zamanın izleyecisi için oldukça sıradışı ve yeni.
The Tingler (1959)
Castle'ın en manyak işlerinden biri olan The Tingler.
Bu filmden sonra 70'lere kadar yine bir sürü çılgın işe imza atmış olsa da bence en iyisi bu.
Filmimiz, parazit temalı bir film. Eyalet hapishanesinde idam mahkumlarının otopsileri üzerinde araştırmalar yapan bir bilim insanımız var, Warren Chapin. Otopsiler üzerinde araştırma yapan Chapin, o zamana kadar keşfedilmemiş bir şey bulur. Bulguya göre insanlar korktuklarında omuriliklerinde bir parazit ürer ve çığlık atılmazsa bu parazit yaşamaya ve büyümeye devam eder. Chapin bu keşfini nasıl ispatlayacağını düşünürken aklına, sağır ve dilsiz olan Martha gelir. Çok iyi bir denektir çünkü istese de çığlık atamaz. Martha üzerinde deneyler devam ederken olan olur ve korku dolu dakikalar başlar.
Gelelim Castle'ın bu filmde nasıl seyirciyi şaşkına çevirdiğine.
Filmin başlamadan önce perdeye Castle'ın bir konuşması yansıtılır. Castle seyirciyi, fiziksel reaksiyonlar hissedeceklerine karşı uyarır. Bu fiziksel reaksiyonlardan kurtulmak istiyorsanız sakın ola çığlık atmaktan çekinmeyin der ve ekler: 'Çünkü yanınızdakiler emin olun çığlık atacaklardır.'
Film devam ettiği sürede sürekli yaratığın çığlık atarak öldürülebileceği tekrarlanmış ve seyircinin iyice anlaması sağlanmış. Filmin doruk noktasına doğru ilerlerken, yaratığın bir sinema salonuna girdiği gösterilir. Hemen ardından küçük bir gölge oyunuyla, yaratığın boyutunda bir gölge sinema perdesinin üstünden geçer. Filmdeki karakterler birden bire durup, kameraya yani seyirciye bakar. Fısıldayarak seyirciye 'Evet, yaratık çok korkunç ama korkmayın ve sadece çığlık atın' derler. Böylelikle dördüncü duvarı da (o zamanlar yeni yeni kullanılıyor) kırmışlardır.
Tabii ki Castle'ın tek yaptığı bu gölge oyunu ve dördüncü duvar olayı değil. Bu onun için çok sıradan kalır değil mi?
Castle 'percepto' adını verdiği bir cihaz tasarlamış ve bu cihazları salondaki sinema salonundaki koltukların altına yerleştirmiştir. Bu cihaz gerektiği yerlerde seyirciyi titreterek korkmasına ve çığlık atmasına sebep olmuş. Tabii asıl kullanıldığı yer filmin son sahnesi olmuştur. Baya bir titretmiş yani seyirciyi. Filmin başında bahsettiği 'fiziksel reaksiyon' budur.
Tek bununla da kalmamış, doyamamış Castle bir şeyler denemeye. Filmin bazı özel gösterimlerinde bir oyuncu grubu tutmuş. Hikâyenin yine en uygun anında salondaki bir kadın çığlık atarak koşmuş, ardından da bayılmış. Salonun ışıkları açılmış, içeri sağlık görevlileri girmiş vesaire. Doyamıyor adam interaktiviteye.
Mr.Sardonicus (1961)
İnteraktivite demişken Mr.Sardonicus'tan bahsetmeden bitirmek olmaz. Çünkü ilk interaktif film diyemesek de ona atılan ilk önemli adımlardan biri diyebiliriz.
Yüzü korkutucu bir gülümseme ile donan Baron Sardonicus'un yüzünü düzeltme çabalarını konu alan film için Castle öyle karamsar bir son yazmış ki yapımcılar karşı çıkmış. Mutlu bir son yazması istenince ise bir tartışma almış yürümüş. İçinden çıkılmayan tartışmaların sonunda Castle bir karar vermiş: 'Filmin sonuna seyirci karar versin madem.'
Punishment pool adını verdiği bir sistem geliştirmiştir. Filmin başında seyircilere baş parmağı yukarı bakan bir elin bulunduğu kağıtlar dağıtılır. Tabi aşağı çevirirseniz aşağıya bakan olur. Filmin sonlarına doğru bir görevli perdenin önüne gelir ve filmi durdurur. Seyirciye ellerindeki kağıt hatırlatılarak, Mr.Sardonicus'un kaderine karar vermeleri istenir. Böylelikle hikayenin sonuna seyirciler oy birliği ile karar verir. Bu da interaktif sinemanın kapılarını aralayan ilk denemelerden biri olarak tarihe geçer.
Rivayete göre filmin hiçbir gösteriminde mutlu son seçilmemiştir. Seyirci hep kötü sona karar vermiş. Daha da ilginci şu an bile filmin mutlu sonlu olan halinin bir kopyası bulunmaması. Belki de Castle büyük bir kumar oynadı.
Saygı ve sevgiyle anıyorum kendisini. Işıklar içinde uyusun.
Bonus Not: Polanski'nin efsane filmi Rosemary's Baby'i bilirsiniz. İşte o filmin yapımcısı ve tüm hakları Castle'a aitti. Kariyerinin sonlarına doğru daha ciddi ve A sınıfı bir film çekmek isteyen Castle, Rosemary's Baby kitabının yazarından daha kitap çıkmadan haklarını satın almış. Fakat proje gerçekleşmeye başladığında diğer yapımcılar ile karar verip, daha iyi bir yönetmen ile çalışma kararı alınmış. Kendisinin filmde küçük bir cameo'su da bulunuyor.