Mani-Manifestttttivalll
Bazı streslerden uzaklaşmak; toplumsal ihtiyaç; coşkunun sihri
Selam arkadaşlar, bugün çok gündelik, hafif ve kafa dağıtabileceğimiz bir konuyla geldim.
Geçtiğimiz hafta, ülkemizin şu anki tek ve yeni kız grubu Manifest’in düzenlediği Manifestival konserine gittim. Konum fanlık değil, kızların olağanüstü yetenekleri değil, bu bir reklam da değil. Öyle şeyler hissettim ki bu festivalde... Yazmasam, bu toplumsal ihtiyacı dile getirmediğim için kendime ayıp etmiş olurdum. Festival, sadece bir eğlence değil, toplumsal hafızada doldurulamayan bir kültürel boşluğu da doldurdu.
İlk olarak, bazı ülke streslerinden uzaklaşıp sadece şıkır şıkır giyinip dans etmek ve şarkı söylemekten başka derdim olmadığı yıllar, sanırım 2015’te kalmıştı. Beni gerçekten farklı bir evrene, iki günlüğüne de olsa ışınladılar. Yaşamak ve mutlu olmak neydi, hatırladım. Özgürce dans etmeyi, istediğimi giymeyi, abartmayı, bağıra çağıra şarkı söylemeyi, sadece anın tadına odaklanmayı unutmuşum. Bunu üzülerek söylüyorum.
Dans şovları doluydu, müzik doluydu. Workshoplar, hediyeler, etkinlikler ve oyunlar hem fiziksel hem zihinsel olarak bizi meşgul etti. Aynı zamanda mental olarak doyurdu ve dinlendirdi. Kimsenin kimseyi yargılamadığı, öfkenin “ö”sünün bile hissedilmediği, sadece mutlu ve yaşam enerjisi dolu insanlar vardı. Herkes birbirine güvenli bir liman gibiydi. Herkes sadece kendi eğlencesine odaklanmıştı.
Kıyafetler şıkır şıkır ya da sade; saçlar, makyajlar abartılı ya da doğaldı ama hepsi aynı anda ve aynı yerdeydi. Profillere baktığınızda her yaştan – gerçekten her yaştan – kadın, çocuklar, aileler, lubunyalar, sevgilisiyle gelenler... Hangi safe zone profili ararsanız oradaydı. İnsanların gözlerindeki ışıltı ise paha biçilemezdi.
Herkes tüm özgürlüğüyle, var olan kimliğiyle; sıkılmadan, yorulmadan, düşünmeden kendi gibi olabildi. Ben de aynı şekilde, uzun süredir ilk defa nefes alabildiğimi hissettim. Önümdeki anın enerjisini düşünüyordum çünkü; yarının kaygılarını değil.
Kızlar ise beklediğimin çok üstünde bir performans sergilediler. Evde dinlerken beğenmediğim bazı şarkılar, sahnede ses sistemi ve şovlarla birlikte büyüleyici hâle geldi. Meğer sound’lar çok iyiymiş, ama ben – örneğin “Zehir”de – sadece sözlere odaklanmışım. Ayrıca mash-up’larla çok uğraşmışlar, şarkılar bambaşka bir havaya bürünmüş.
Sadece albüm ve koreografiler değil, playback diyenlere inat; yoğun danstan sonra çıplak sesle şarkı söylediler. Çalışmışlar ve gelişmişler. Aşırı istekliler, bu çok belli. Gözlerindeki sahne heyecanını görseniz anlardınız. Üstelik akustik performansın ötesine geçip, Türkçe ve yabancı birçok pop-rock şarkısı için yine koreografilerle göz alıcı, büyük bir zevkle izlenecek şovlar hazırlamışlar.
Yani dediğim gibi: Ben burada tamamen dolu dolu, her telden, vizyonlu ve gelişmeye istekli bir Türk grubu ve ajans görüyorum. Tekdüze asla değil. “Albümü yedirelim, geçirelim ya!” asla değil. Her zaman denemeye açık, gelişmek için can atan ve ülkenin – en çok da gençlerin – ihtiyacı olan bir nefes gibi Hypers, saygı duruşunu hak ediyor.
Eksiklikler elbette vardı; her organizasyonda olur. Ama dediğim gibi, şu koşullarda insanlarımızın gözündeki ışıltıyı geri getiren her işi ayakta alkışlarım. Dansa ve müziğe ihtiyacımız var. Kimliklerimizi özgürce yaşamaya ihtiyacımız var. Dilediğimizi giyebilmeye, rahatça hareket edebilmeye, sanata, üretmeye, anı yaşamaya ihtiyacı olan bir toplumuz.
Tüm yasaklara rağmen umarım bu çiçek açan, baharı hissettiren, yaz rüzgârı gibi esince tatlı dokunuşlarıyla gülümseten etkinlikler ve üretimler çoğalır. Bizler de mutluluğumuzu hatırlarız.