Minyatür: Tarihten Günümüze İnce Bir Sanat Geleneği

Minyatür, unutulmayanların resmedildiği, unutulmaya dirençli bir sanat geleneğidir.

Kelime Olarak “Minyatür”

Latince "kırmızı ile boyamak" anlamına gelen “miniare” kelimesinden türetilmiş olduğu ve daha sonra Fransızca’ya “miniature” biçiminde geçtiği düşünülmektedir. Minyatür adının, bu kelimeden geldiği, zamanla Latince'de küçük anlamına gelen "minor" kelimesinin etkisi ile "küçük resim" anlamı kazandığı düşünülmüştür.

Osmanlı dönemi kaynaklarına baktığımızda bu terimin yerine “tasvir” veya “nakış” sözcüklerinin tercih edildiği görülmektedir. Türk dünyasında eskiden beri minyatüre "nakış", nakış yapana da "nakkaş" denilmiş olduğu ifade edilse de nakış, kitap resimleri dışında farklı sanat alanlarını bir arada ifade eden bir çatı ifadedir. Küçük boyutlu resimler Osmanlı kaynaklarında tasvir, şebih, suver, âsâr, tarrahi, nigar, suret, hurde nakış, meclis gibi isimlerle anılmış; 19. yüzyılın sonundan itibaren bu resimler yayınlarda "minyatür" olarak yer almaya başlamıştır.

Bazı sözlüklerde “nakş” kelimesi, resim, duvarlara veya tavanlara yapılan yağlı veya sulu boya resim, süsleme sanatı, ipekle sırma ile işleme, hile, renk olarak tanımlanmıştır. Bazı sözlüklerde ise “birden fazla renkte boyamak, iğne veya özel aletlerle işleme yaparak süslemek şeklinde tanımlanmıştır. Celal Esat Arseven ise Türklerde nakış kelimesinin eskiden boya ile yapılan her türlü resim ve tezyinat anlamına geldiğini belirtmiş: kitaplara ve kağıtlara yapılan renkli resimlere, duvarlara, tavanlara, dolap kapaklarına, kapılara, oklara, çekmecelere, rahlelere, kalemdanlara süs olarak her nevi eşya üzerine boya ile yapılan insan, hayvan ve bezeme resimlerine ve hatta halılar kumaşlar ve işlemelere yapılan renkli süslemelere de nakış ismi verildiğinden söz etmiştir.

Bu haliyle bakıldığında, yayınlarda “minyatürün Osmanlıcadaki karşılığı nakıştır” ibaresi problemli bir tanım olarak ortaya çıkmaktadır. Günümüzde minyatür diye anılan resimlere, Osmanlıda nakış denirken özel alan ayrımı yapılmadan, genel bir anlamın vurgulandığı açıktır. Bu kapsamda sadece minyatür değil, aynı zamanda tezhip, kalem işi, çini, halı, kilim, kumaş, vb. alanlarda nakış kelimesinin ifade kapsamına giren üretimlerdir. Dolayısıyla “nakış” kelimesi direkt olarak minyatür kelimesinin karşılığı değildir.

Sanat Olarak “Minyatür”

Minyatürün en önemli özellikleri, derinlik algısının, ışık-gölge oyunlarının kullanılmaması ve canlı renklere yer verilmesidir. Minyatür eserlerinde altın ve gümüş yaldızlara da sık sık rastlanır. Minyatür ustası ilk olarak kullanacağı kâğıdı mermerin üzerine serer ve kâğıdı düzleştirir. Daha sonra taslağını ıslak fırça ile çizer ve ana hatları belirlemek için kırmızı ve siyah renkleri kullanır.

Minyatür yapımında kök boya ve doğal toprak boyalar kullanılmış, 18. yüzyıla dek boyalara yumurta sarısı da eklenmiş, bu tarihten sonra ise yumurta sarısı yerine tutkal kullanılmıştır. Aynı şekilde minyatür kâğıtlarının yapımında ise yumurta ve nişasta karışımı bir harcın tercih edildiği bilinmektedir.

Minyatür sanatının en önemli özelliklerinden birisi, anlatılmak istenen konunun eksiksiz olarak aktarılmakta olmasıdır. Bu nedenle minyatür sanatında perspektif kullanılmaz. Uzaklık ve boy, renk veya gölgelerle belirtilmez; minyatürler ışık, gölge, duygu ve Avrupai perspektifi olmayan resimlerdir. Kitabın sayfa oranına uygun, geometrideki “altın dikdörtgen” içinde kendine özgü “dikine” veya “yığma perspektif” denen bir teknikle resimlenirken; boy, kişinin önemine göre artar veya azalır. Bu, kâğıt üzerinde ön planda olanların alt tarafa, geridekilerin ise üst tarafa yerleştirilmesiyle gerçekleşir. Figürler birbirlerini tümü ile kapatmayacak şekilde düzenlenir. Konu mesafe farkı gözetmeksizin en ince ayrıntılara kadar işlenir.

Tarihte “Minyatür”

Bilinen en eski minyatürler Mısır'da rastlanan ve MÖ 2. yüzyılda papirüs üzerine yapılan minyatürlerdir. Daha sonraki dönemlerde Yunan, Roma, Bizans ve Süryani elyazmaları da minyatürlerle süslenmiştir. Hristiyanlık yayılınca minyatür özellikle elyazması İncil'leri süslemiştir.

Avrupa'da minyatür sanatı 8. yüzyılın sonlarında gelişti. 12. yüzyılda minyatürün, süslenecek metinle doğrudan doğruya ilgili olması gözetilmeye ve dinsel konulu minyatürlerin yanı sıra dindışı minyatürler de yapılmaya başlandı.

Türkler'de minyatür geleneği Orta Asya'da Uygurlar döneminde İslam öncesinde ortaya çıkmıştı. Uygur halkları arasında yayılmış Mani dininin kurucusu, Müslümanların “Mâni-i nakkaş" diye andıkları bir ressamdı ve kitaplarını resimlerle süslemişti. Turfan'da eski bir Mani kütüphanesinin kalıntıları arasında arkeolog Albert von Le Coq tarafından bulunup 1923 yılında yayımlanan Maniheist Uygur minyatürleri, Selçuklu minyatürlerinin öncüsü kabul edilir.

Selçuklu Hanedanının İran ile ilişkilerine bağlı olarak minyatür sanatı İran etkisinde kalmış; Osmanlı minyatür sanatı da Selçuklu ve İran minyatürlerinden etkilenmiştir. İran ve Selçuklu etkisi 18. yüzyıla kadar sürmüştür. Fatih Sultan Mehmed döneminde, padişahın resmini de yapmış olan Sinan Bey adlı bir nakkaş ile II. Bayezid döneminde Baba Nakkaş diye tanınan bir sanatçı ün kazanmıştır. 16. yüzyılda Reis Haydar diye tanınan Nigarî, Ahmetcan Barlas, Haydar Kay, İsmail Can, Gazi Capır, Nakşî ve Şah Kulu ün kazanmıştır.

Minyatür sanatının uygulanma şekli yüzyıllar boyunca her toplumda değişiklikler göstermiştir. Boyalar genellikle topraktan üretilmekte; renkleri üst üste kullanmak için boyalar su ile inceltilmekte; parlaklıklarını artırmak için ise içlerine yumurta sarısı katılmaktaydı. 18.yy.’a gelindiğinde ise yumurta sarısının yerini tutkal almıştır. Osmanlı Devleti'nde özellikle padişahlara sunulan albümlerde boyanın yanı sıra altın ve gümüş kullanılmıştır.

Baskı makinesinin bulunuşundan sonra Avrupa'da minyatür daha çok madalyonların üzerine portre yapmak için kullanılmıştır. 17. yüzyıldan sonra fildişi üzerine yapılan minyatürler yaygınlaşmıştır. Daha sonra minyatür sanatına karşı ilgi azalmakla birlikte dar bir sanatçı çevresinde geleneksel bir sanat olarak sürdürülmüştür.

Türklerde “Minyatür”

Türk minyatürlerinin kendine özgü bir özelliği, renklerin çoğu kez soyutlama aracı olarak düz, parlak ve gölgelerden arındırılmış olarak kullanılmasıdır. Diğer bir özelliği ise, sayfa kenarlarında İran minyatürlerindeki gibi ağır bir tezhibe yer verilmemesidir. Minyatür sanatında genel olarak tarihî, edebi ve ilmî konular işlenirken; Türkler, çoğunlukla tarihi yansıtmayı tercih etmişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşlarını, seferlerini ve şenliklerini anlatan resimli yazmalar, diğer İslam ülkelerindeki örneklerinden ayrı olarak gerçekçi bir üslupla ele alınmışlardır. Türk minyatürlerinin bu özelliği, bizlere yapıldığı dönemin örf ve âdetlerini, gelenek ve göreneklerini, giyim kuşamını olduğu kadar Osmanlı Türk tarihini de takip edebilme imkânı sunarken; bu eserlerin her birine de tarihi birer belge niteliği kazandırmıştır. Görsel sanat zenginliği açısından da İslam kitap sanatında ayrıcalıklıbir yere sahip olan Osmanlı minyatürleri, tarih, sosyoloji, kültür tarihi ve diğer alanlarda yapılan birçok araştırmada yararlanılan görsel belgeleri oluşturmalarının yanı sıra Cumhuriyet sonrası Türk resmine de esin kaynağı olmakla ayrıca değer kazanmaktadır. Türklerde minyatürün Orta Asya’da Uygurlar döneminde (745-840) ortaya çıktığı düşünülmektedir. Sekizinci yüzyılın ortalarında Turfan bölgesinde Uygur Türklerinin meydana getirdikleri minyatürler daha sonra Türk minyatür sanatının kaynakları olmuştur.

Günümüze ulaşan bazı minyatürlü yaprak parçaları, bu dönem minyatürlerinde Mani Dini’nin etkili olduğunu gösterir. Türkler’in, İslamiyetten önce benimsemiş olduğu dinlerden en başta Manihenizm ve Budizm gelmektedir. Resmin söz kadar etkili olduğuna inanılan Mani dini, resim ve sanatı dinî terbiyenin esası ve vasıtası olarak kabul etmiştir. Dinsel törenlerde öykülerin, resmin önünde görsel malzeme desteği ile anlatılması kalıcılığı sağlamıştır.

Minyatür, zamana direnen renklerin, özenle işlenmiş desenlerin ve bir geleneğin naif bir ifadesidir. Her bir fırça darbesi, tarihin bir yankısı; her bir renk, bir medeniyetin ruhudur. Perspektiften yoksun ama anlamdan zengin bu sanat, insanı sadeliğin büyüsüyle kuşatır. Osmanlı’nın ihtişamından Uygur Türklerinin zarif çizimlerine kadar uzanan bu ince sanat, geçmişin izlerini bugüne taşırken, adeta bir köprü görevi görür.

Bugün elimizde kalan her bir minyatür, bir dönemin duygu dünyasına, estetik anlayışına ve hikâyesine dair sessiz bir tanıktır. Bu tanıklar, yalnızca bakmakla yetinmeyip görmeyi de öğrenen gözlere, tarihin en ince ayrıntılarını fısıldar. Minyatür, unutulmayanların resmedildiği, unutulmaya dirençli bir sanat geleneğidir.