Outlast'ın Hikayesi Neden En İyisi?
Outlast'ın hikâyesini türünün diğer örneklerinden daha iyi kılan neydi? Gelin birlikte göz atalım.
4 Eylül 2013'te Red Barrels, oyun dünyasını sarsacak yeni bir oyunu piyasaya sürdü: Outlast. Bir hayatta kalma ve korku oyunu olan Outlast, kendisinden önceki video oyunlarından esinlenmekle birlikte piyasada olan kendi türündeki oyunlardan epey farklıydı. Kısa sürede korku oyunları türünde çığır açan ve normalde bu türe alışık olmayan oyuncuları bile saatlerce ekrana bağlayan bu oyun, teknik özelliklerinin ve oynayışının yanı sıra çok ince düşünülmüş içine çeken hikâyesiyle de diğerlerinden çok farklıydı.
Miles Upshur Kimdir?
Outlast'ın hikâyesine başlamadan önce, ana karakterimiz Miles Uphur'ı biraz tanıyalım. Ana karakterimiz Miles Upshur, ABD'deki bir medya şirketinde çalışan bir gazetecidir. Fakat çalıştığı şirketin Miles'ı ABD-Afganistan Savaşı'na dair paylaştığı yayıncılık politikalarına aykırı içeriklerden dolayı işten çıkarınca Miles gazetecilik kariyerine bağımsız araştırmacı olarak devam eder.
Bu süre zarfında Miles'ın aldığı beklenmedik bir anonim e-mail, Murkoff adlı şirketin Mount Massive Asylum Akıl Hastanesi'nde korkunç deneyler yaparak para kazandığını, burada yaşanan acımasızca olayların kamuoyunca bilinmesi gerektiğini anlatır. İlginç olan, bu e-mail'de yer alan Mount Massive Asylum Hastanesi'nin 1967'de kimliği bilinmeyen bir hastanın üç doktoru öldürmesi sebebiyle faaliyetlerine son verilmiş ve 1971'de tamamen kapatılmıştır. Fakat e-mail'i gönderen kişi muhtemelen Miles'ı işini iyi yapmasından öte hakikatleri açığa çıkarmayı ilke edinmiş, realist ve objektif bir araştırmacı olması sebebiyle seçmiştir. Miles'ın son çalıştığı şirketten atılma sebebi de bu özelliklere sahip olduğunu doğrulamaktadır.
Nihayet Miles, başına gelebilecek bütün tehlikeleri göze alarak kamerasını alır ve akıl hastanesine ulaşmak üzere Colorado'nun Lake County bölgesindeki dağlara doğru arabasını sürer. Biz de oyuna bir gece vakti Miles akıl hastanesine ulaşmak üzereyken arabada başlarız. Yan koltukta kamera, birkaç kamera pili ve bir de bilinmeyen bir adresten aldığımız o malum e-mail'in çıktısı vardır. Outlast'ın daha sonra çıkan DLC'si Outlast: Whistleblower'da, bu mail'i gönderenin bir Murkoff çalışanı olan Waylon Park olduğunu öğreniyoruz ki bu Waylon, daha sonra bizim Whistleblower'daki ana karakterimiz olacak. Bu noktadan sonrasını yazının sonunda anlatacağım.
Dikkat, bu noktadan sonraki cümleler spoiler içerebilir.
Hikayeye Giriş
Oyunda bizi karşılayan boş güvenlik kulübesi ve bahçeden içeri girdiğimizde ana kapının önündeki zırhlı askerî araçlar içeride pek iyi şeylerin olmadığını söylese de Miles olarak buna aldırmıyor, elimize kameramızı alıp binanın ışığının yanık olduğu bazı pencerelere kameramızın zoom'u yardımıyla bakıyoruz. Bu esnada pencerenin önüne gelip tekrar içeri kaçan bir adamı görüyoruz ki bu adam aslında ileride karşımıza çıkacak olan önemli bir karakter, tabii bunu yazının devamında anlatacağım. Nihayet Mount Massive Asylum'un kilitli binasına, merdiven yardımıyla ulaştığımız bir pencereden girdikten sonra asıl hikâyemiz başlıyor.
Bu noktadan sonra bina içinde terk edilmiş odalar, açık bırakılmış telefonlar ve bilgisayar ekranlarından başka bazı evraklar buluyoruz. Zamanla bazı odalardan diğerine koşan, tuhaf hareket eden, görünüşleri de pek normal olmayan bazı hastalar görüyoruz. Hepsi de bir şeyden kaçıyor gibi ve onların bu ürkütücü hâlleri bizi epey korkutuyor, çünkü hem davranışları normal değil hem de bazılarının vücudu, özellikle yüzleri kısmi deformasyona uğramış.
Diğer Korku Oyunlarında Göremediğimiz Derin Karakterler
Oyun boyunca bu deliler kimi zaman bizden kaçıyor, kimi zaman bizi görmezden geliyor, kimi zamansa bize saldırıyor. Oyuncu olarak biz, yani Miles karakteri, bu sözüm ona delilerden çoğunlukla korkup uzak durmayı tercih etse de, aslında bu hastalar birer deliden çok kurban. Bu hastanede denek olarak kullanılan hastalar, sürekli olarak kaçmakta, ağlamakta, saklanmakta veya bizden biraz ürkütücü bir şekilde yardım istemektedirler. Bu durum, aslında onların Murkoff'un deneylerinin bir parçası olması durumunu çok iyi anlatır. Ayrıca korkup kaçtığımız delilerin çoğunun kendi kendine mırıldandığı cümleler veya bazen de bağırarak bize sarf ettiği cümleler, her ne kadar korkutucu deli saçmaları gibi görünse de, aslında çoğu Outlast oyuncusunun gözünden kaçırdığı, oyunun hikâyesinin düğümlendiği noktalara dair ipuçlarıdır. "Doktor öldü", "Sen, hey! Bizi buradan çıkarmalısın, bu parmaklıklar Walrider'ı durduramaz. Hepimiz gidene kadar bizim için tek tek gelecek. Tanrı hakkı için. Sana yardım etmek istiyorum." veya "Deney hâlâ devam ediyor!" gibi cümleler, aslında oyunun sonunda iç yüzünü gördüğümüz deneye dair birçok bilgi barındırıyordur. Tabii bu deney, Murkoff'un Walrider Projesi'dir. Walrider, Murkoff tarafından hastanenin altındaki özel bölümde geliştirilen ölümsüz bir insan üstü varlık olup hastaların tek tek ruhunu emen ve onların ruhunu emerek yaşayan bir doğa üstü varlıktır. Bu proje, hastaların zihnini zaptedip bazılarını Walrider'a taptırır, bazılarını ise korkutur ve itaat ettirir. Walrider istediği zaman herhangi bir bedene girebilir ve o bedeni Walrider'ın yuvası hâline getirerek ele geçirebilir.
Elbette Outlast'ın hikâyesini güzel yapan şeylerden biri de, Outlast'tan önceki korku oyunlarında gördüğümüz anlamsız yaratık ve canavarların yerine orada bulunmasının ve davranışlarının anlamı ve sebebi olan, hatta bu sebepler üzerine düşündüren karakterlerin olması. Tabii bu karakterleri tek bir kurşunla öldüremeyişimiz ve kaçmaya veya saklanmaya mecbur oluşumuz oyundaki korku hissini daha doğal ve daha güçlü bir duygu hâline getiriyor. Karakterler ise elbette yine ürkütücü olmakla, hatta bazıları oyundaki en bezdirici ve ürkütücü düşmanlarımız olmakla birlikte bu kez derinliği ve anlamı olan karakterler olarak karşımıza çıkıyor. Meselâ oyunun en meşhur düşman karakteri olan Chriss Walker, aslında sıradan bir psikopat veya mutant olmaktan ziyade Afganistan'da yaptığı görev esnasında işkence görmüş ve psikolojik sorunlar yaşamış bir hastadır. Hastanede dolaşan ve bulduğu hastaların -ve elbette ele geçirirse bizim, yani Miles'ın- kafasını koparan Chriss, aslında bunları Walrider'ın hiçbirini dönüştürmemesi için yapar. Oyun boyunca ara ara "zaptetmek" kelimesini sayıklayan amacıysa Walrider'ı zaptederek bu acımasız çılgınlığa bir son vermeyi amaçlamasıdır. Zaten Chriss Walker'ın oyunun sonuna doğru Walrider tarafından öldürülmesinin de sebebi budur
Oyundaki karakterlerden biri olan Peder Martin, hastalar arasında bize yardım ettiğini gördüğümüz ilk karakterdir. Chriss Walker tarafından camdan aşağı atılıp binanın ana lobisine düştüğümüzde yanımıza gelip bizi kaldıran bu karakterin belki de oyunda bize en çok yardımı dokunan karakter olduğunu düşünürüz. Fakat aslında Peder Martin, bir sonraki bölümde tam ana şarteli açıp binanın kapılarını aktif hâle getirecekken bir anda bütün devreleri kapatmasıyla birlikte zihnimizde kendi iyiliği ve kötülüğüne dair bir çelişki yaratır. Çünkü bizim akıl hastanesinden ayrılmamamız gerektiğini düşünür, zaten bize yardım ettiği o sahnede de bu rahip kılıklı karakter, bizim Tanrı tarafından gönderilen bir elçi olduğumuzu söyleyip Tanrı'ya şükretmiştir. Hatta Peder Martin'in ilk engellemesine rağmen jeneratörü devreye sokup ana kapıyı tekrar açmaya çalıştığımızda bile arkamızdan gelip bir ilaç enjekte ederek bizi bayıltır. Yani aslında hastaneden kaçış için yaptığımız iki teşebbüs de Peder Martin tarafından engellenir ve böylece onun yüzünden o korkunç akıl hastanesinde sıkışıp kalırız.
Gözümüzü açtığımızda ise bir hasta hücresinde tek başımızayızdır ve uyandığımız yatakta kameramız da vardır. Buradan sonra uzun süre Peder Martin'i görmeyiz. Fakat uyandığımızda kameramızın yanımızda olmasının gizemi, aslında binaya ilk yaklaşırken pencereden bir anlık gördüğümüz ürkütücü hastanın Peder Martin olmasında gizlidir. Çünkü Peder Martin, aslında bizim hastaneye girişimizden beri bizi takip eden bir rahip olup bizim orada olanları kaydetmemizi istiyordu. Muhtemelen bu fikrinin arkasında kamuoyunu harekete geçirmek gibi bir amaçtan ziyade kamerayla kaydedilen görüntülerin Tanrısal bir delil olacağına dair bir inancı yatıyordu. Fakat Peder Martin'in kastettiği tanrı Walrider olup kendisi de Walrider'a tapıyor, hatta onun peygamberi olduğunu iddia ediyordu. Tüm bu inançlarının ortasında bizi bir elçi olarak görmüş olduğundan, bizi hastaların olduğu daha kötü bir bölüme yerleştirmiş, kameramızı da yanımıza bırakmıştı.
Fakat bu defa aklımıza Peder Martin'in oyun boyunca bize uzaktan yardım ettiği de gelmelidir. Çoğu oyuncu Outlast'ta bize yolumuzu gösteren kan işaretlerinin tıpkı Left 4 Dead oyunundaki gibi oyun tarafından tanrısal bakış açısıyla hazırlanmış yönergeler olduğunu düşünse de aslında bu "follow the blood" ve benzeri yazılar Martin tarafından bizi yönlendirmek için yazılmıştır. Diğer yandan, Peder Martin'in bizi yerleştirdiği hastalar bölümünde parmaklıkların arkasından karşımıza çıkan bir hasta Peder Martin'in habercisi olup bize gitmemiz gereken lokasyonu bildiriyordu. Fakat Peder Martin tüm bunları yaparken bizim o hastaneden sağ salim kurtulmamızı değil, hayatta kalıp bir şeyleri görmemizi istiyordu. Bu durumda Peder bizim dostumuz mudur, düşmanımız mıdır, net bir cevap vermek zor.
Bir diğer yan karakter olan Richard Trager ise hastalara işkence yapan, bizi tekerlekli sandalyeye bağlayıp parmaklarımızı kesen bir psikopattır. Fakat Trager'ın bizi ilk yakaladığında "Sen şu rahibin çocuksun, değil mi?" demesi onun Peder Martin'le arasının kötü olduğunu gösterir. Kendisinin diyaloglarından anlayacağımız üzere Trager'ın dinsiz olması da bu duruma uygun düşer. Fakat Trager'a dair bazı ilginç noktalar vardır. Trager, sanrısal cümleler sayıklayan ve kendi mistik hayâl dünyasından çıkamayan Peder Martin'i saymazsak bizimle konuşan tek önemli karakterdir. Kurduğu cümleler sayıklamalardan öte teknik olarak güçlü, zekice tasarlanmış ve içeriği dolu cümlelerdir. Diksiyonu kuvvetli olup üslubu gayet manipülatiftir. Üstü başı paspal da olsa konuşmalarını dinleyen bir kişi, onun sıradan bir hasta olamayacağını düşünür.
Bunun sebebi ise aslında Richard Trager'ın eski bir Murkoff çalışanı olmasında gizlidir. Hastalar arasına alınmadan önce Murkoff'ta iş geliştirme uzmanı olan ve Murkoff'un başındaki Jeremy Blaire ile yakın arkadaş olup birlikte golf oynayan Richard Trager, şirkette bir kadına tecavüz etmesi sebebiyle şirketten atılıp hastalar bölümüne kapatılmıştır. Bu olaydan beri bazı hastaları ameliyat bahanesiyle kendi bulunduğu bölüme alıp bağlar ve onlara işkence eder.
Oyunda kendisini Walrider'a kurban etmek için yakan Peder Martin'in ölümü ise, bu yazının başında daha sonra anlatmaya söz verdiğim kısımla ilgilidir. İlk oyunda Peder Martin'in kendini yakarak kurban ettiği sahne, DLC'de pencereden baktığımızda yanmakta olan bir kilise olarak karşımıza çıkar. Yani aslında Miles aldığı mail üzerine Mount Massive Asylum'a geldiğinde Waylon da oradadır. Hatta Waylon ve Miles, hastanede yaşadıkları tüm korkunç maceraları aynı binanın farklı bölümlerinde aynı zaman diliminde yaşamış, fakat birbirlerini görmemişlerdir. Bunu DLC'nin sonunda Waylon karakteriyle binadan çıktığımızda Miles'ın arabasına binerek binadan kaçtığımızda çok net fark ediyoruz. Fakat gözden kaçırmamak gereken bir diğer nokta, Waylon binadan tam çıkacakken yerde yatan ve özel birlikler tarafından vurulmuş olan Jeremy Blaire'in ayağa kalkıp bize saldırdığı anda Walrider tarafından öldürülmesi ve böylelikle Waylon'ın hayatının kurtarılmasıdır. Aslında bunu yapan Walrider'ın kendi iradesi değil, ilk oyunun sonunda Walrider'la bütünleşmiş olan Miles'tır. Oyunun sonunda kaçıp kurtulmak üzere Miles'ın arabasına bindiğimizde karşımızda beliren ve ara ara Wilrider'a dönüşen insan silueti de Miles'tan başkası değildir. Öyleyse Miles bize gösterildiği gibi öldü mü yoksa yaşıyor mu? Bu da başka bir yazının konusu.
Fakat sonuç olarak, Outlast derinlikli karakterleriyle ve bu karakterlerle örülü olan hikâyesinin derinliğiyle serinin oyunları içinde apayrı bir yere sahip. En derin hikâyelere sahip korku oyunlarında bile karşımıza çıkan zorluklar çoğunlukla anlamsız yaratıklarla mücadele etmekken Outlast'ta karşımıza çıkan her bir zorluğun inandırıcı bir sebebi ve hikâyede küçük veya büyük oranda yer tutan bir anlamı var. Diğer yandan bu hikâye içinde ana karakterimiz Miles'ın pozisyonu, eline silahını alıp karşısına çıkan düşmanları hunharca öldüren bir maceracı yerine bu düşmanlardan daima kaçmak ve saklanmak zorunda kalan bir gazeteci olması, korku hissini daha gerçekçi kılıyor.