Postane Günlükleri
‘’… çünkü işin en kötüsü en dibe vurmadan önceki andır.’’
Haftaya bir kitap önerisi ile başlamak istiyorum. Miras eseriyle Norveç edebiyatı ile tanışmama vesile olan Vigdis Hjorth’un Postane Günlükleri adlı yeni romanı ile karşınızdayım.
Miras’ta bir ailenin dehlizlerinde dolaşan Vigdis Hjorth’un bu kitabını okuduğumda hissettiğim tüm o duygular bu yeni kitabını almaya ve okumaya itti beni. Miras’ı okurken beni derinden etkileyen şu alıntısını es geçmeyeceğim:
‘’Hayatımızın akışında önemli bir rol üstlenecek, yönümüzü değiştirecek seçimleri etkileyecek ya da belirleyecek insanlarla yollarımızın tesadüf eseri kesiştiğini düşünmek ne garip. Belki de tesadüf değildir. Karşımızdaki insanın, bilinçli ya da bilinçsiz, gitmek istediğimiz yöne bizi itekleyeceğini seziyor olabilir miyiz? Belki davete icap etme sebebimiz budur. Karşımızdaki insanın yürümek istediğimiz yoldan bizi döndüreceğini, karşımıza engeller çıkaracağını hissedince onu yeniden görme isteği duymuyor olabilir miyiz? Tek bir kişinin, sırf geçmişte ona danıştık diye kriz anlarında davranışlarımızı yönlendirebileceğini ve bunca önem taşıyabileceğini düşünmek garip.’’
Şu cümleleri okurken aklımda, her ne kadar dış faktörler hayatımıza etki etse de sonunda kendi kararlarımızı verir ve kendi hayatımızı şekillendiririz düşüncesi galip geldi. Mutlak olan aslında kendimiziz. Kendi içsel gücümüzün farkına varmak, yaşamımızı şekillendirme gücümüzü kazanmamıza katkı sağlayacak çok değerli bir hatırlatma olarak etki etti bu sözler.
İnsanın kendisine dokunan yazarlarla tanışması ve kitaplarını okuması kitapseverler için eşsiz duyguları barındırıyor. İşte tam böyle bir duyguyla okuyorum Vigdis Hjorth’ü. Kendimde bulduklarımı ve bulmam gerekenlerle beni yüzleştirdiği ve sorgulattığı için.
HStres jort’un yeni kitabı Postane Günlükleri ise günümüz insanının yalnızlaşması ve yabancılaşmasına bir perspektif sunmasıyla yine okuyucusunu etkilemeyi başarıyor. "Kendi bodrumunda tıkılıp kalan ve üst katlara çıkan basamakların önünde bekleyip duranlar için." dediği bu kitapta bir iletişim uzmanı olan Ellinor’un hayatını gözler önüne seriyor.
Ellinor’un masa başında rutine bağlayan hayatını süsleyen hayal kırıklıkları, yalnızlığı, kaygıları ve kendine ve kelimelerine yabancılaştığı bu dünyada kendinizden eminim çok şey bulacaksınızdır. Hangi yaş aralığında ne yapacağımız, toplumun bizden beklentileri derken koca bir sistematik adımlara dönüşmüşken hayatımız, bizim de beklentilerimiz oluşmuyor mu tüm bunlara karşı? Ben böyle hissederken o cümleyi kelimelere döküvermiş Hjort. "Ancak sanki birisi işi tarifine uygun yaparsam ödüllendirileceğimin sözünü vermiş gibiydi." Tüm bu yaşanılanların ödülünü beklemiyor muyuz hep birlikte aslında?
Bu beklentilere karşı aslında tek bir soru uyanmamızı sağlayacak güçte. İşte o soruyu Ellinor bir iç hesaplaşmasında dile getiriyor hepimiz için ‘’İnsan tutkularını gerçekleştirmediğinde ne tür bir utanç duyuyordu acaba?’’. Tutkuları meydana getirmek utanç duygusundan, ödüllendirme beklentisinden uzaklaşmamızı sağlayacak güçte bir ideal olarak hayatlarımızda aslında. Ama biz yerine getiremediğimiz her şey içinde bir kabuğun ardına sığınmıyor muyuz?
''Göründüğüm gibi görünmemek için ne yapmalıydım?'' sorusu da bu noktada insanın yansıttıkları ve iç dünyası arasındaki uyumsuzluğunu ilan eden bir haykırış. Öyle değil miyiz gerçekten? Güçsüz hissettiğimizde sürmüyor muyuz savaş boyalarını güçlü görünmek için ya da içimiz kan ağlarken kondurmuyor muyuz o sahte gülüşleri yüzümüze? Ne olur hissettiğimiz gibi yaşasak? Ne kaybederiz? Ya da ne kazanırız öyle davransak?
Ellinor’un düşünce akışında dolanırken bir tabirinden çok etkilenmiştim. Şöyle diyordu Ellinor: ‘’kendime yenilme isteği’’. Göründüğüm gibi görünmemek için ne yapmalıydım sorusunun bir cevabı olabilir mi acaba diye düşündürttü beni. Her birimiz kendimizi yoran, bazen yıkan hayatta karşı dimdik dururken kendi idealini yaşatmak uğruna dik durmuyor muyuz? Bu durumda kendimize karşı verdiğimiz bir savaşa çıkmıyor muyuz günün sonunda? O yüzden kendimize yenilmek belki de varoluşsal sancılarımıza bir hediyedir.
Aslında tüm bu hissettiklerimize karşı tek bir çözüm var: Anda kalabilmek. Her ne kadar zorda olsa, her şeye rağmen anda kalabilmek. "Aşağıda çukurda açmış beyaz anemonları gördüm, yarın diye bir dertleri yoktu onların, yarının kendi zorluklarını da beraberinde getireceklerini bilsem dahi ben de bu güzel günü yarın endişesiyle gölgelemek istemiyordum."
Sağ ol Vigdis Hjorth, yalnız ve yabancılaşmış hissettiğim bu günlerde Ellinor’la aynı duyguları paylaştığımı hatırlattığın ve bir tek ben böyle hissetmiyormuşum dedirttiğin için. Sağ ol Miras’ta bıraktığın o etkiyi Postane Günlükleri’nde de devam ettirdiğin için. Yalın dilin, meramını yormadan sıkmadan anlattığın için ve düşündürttüğün için tekrar tekrar sağ ol.