Sanat, Siyaset ve Varoluş Üzerine
Sanat, sadece güzel olanı tarif etmekle yetinmemeli; varoluşun acısını, siyasetin acımasızlığını da göstermeli!
Sanat ve siyaset ilişkisinden bahsettiğimizde aslında sanatın çok farklı bir uzantısından, bir anlamından bahsederiz. Sanat, güzel sanatlar olarak tarif edilmesinden farklı olarak sadece güzel olan'ın tarifinden ya da yaratıcı taklidinden çok farklı anlamlara gelebilmektedir. Bugün, sanatın siyaseti veya siyasetin sanatı gibi bir tartışmayı açmaktan öte varoluş temelinde siyasetin ve sanatın temel ve kökten bağını irdelemeyi amaçlıyorum. Siyaset bugün, günlük olarak karşılaştığımız devletler arası ilişkiler, ulus-devlet sınır içerisindeki vatandaşları ve doğrudan ilişkilerini ilgilendirebilen iktidar ilişkileri ile egemenlik tartışmalarının, bütün ilişkiselliklerin bütünü olmak ve kamusallığı imlemekten çok daha farklı bir konumdadır. Siyaset doğrudan bir varoluş meselesidir, kim olduğumuz sorusuna verilebilecek cevapların varyasyonlarını içermektedir ve sanat da varoluşun yaratıcı bir temsili, izdüşümü hatta tezahürü olarak mimesis (μίμησις) vasfı ile bu denklemde yer alır. Yaratıcı olarak nitelendirilebilen ve temsil olarak anılan mimesis, sanatın ortaya konulmasındaki en temel prensiptir. Platon felsefesindeki temel tartışmalardan olan idealar ve nesneler evreni arasındaki bağlantıyı kuran prensiptir mimesis; idealar evreninde Tanrı tarafından yaratılmış olan ideaların izdüşümlerinin bir temsilidir. İdealar evrenin kavranılabilmesi için sanatçının varoluş perspektifinin yorumlanması olarak da ele alınabilecek mimesis, sanatçının eserlerinde kendi perspektifini özgül kılmasına olanak tanır. Tıpkı Michalengelo'nun The Creation of Adam veya Edvard Munch'ın Skrik tablosu, Auguste Rodin'in Le Penseur veya Michalengelo'nun David heykeli, Lars von Trier'in Melancholia veya Ingmar Bergman'ın The Seventh Seal filmi gibi. Her bir sanatçı, varoluşu kendi algılayış biçimine göre yeniden temsil eder ve temsilinde yüklediği anlamı sunar. Dolayısıyla sanat, sanatçıya açılan yolu sunarken idea ve ideanın temsili arasındaki yorum farkını da ortaya koyar.
Sanat tarihçisi veya sanat uzmanı olmamakla beraber sanatın siyaset olduğunu ve siyasetin de varoluşun kendisi olduğunu düşünüyorum çünkü siyaset her şeyden önce iktidarın kullanılması ya da iktidara giden yolda karşıt kutupların süregiden mücadelesi olmaktan öte belirli bir deneyim alanının ve şimdi-ve-buradalığın deneyimi ve deneyimin düzenlenmesidir; ortaklık olarak adlandırılabilecek bir uzamın ve zamanın tartışması, bu tartışmaya deneyimin yol açtığı bir gerçekliğin yüklenmesidir. Özellikle şimdi ve burada olanın anlamı sanatın tam da ortaya çıktığı zamanı ve mekânı donduran bir parantezi açar. Herhangi bir filmde, bir melodide, bir tabloda veya bir sanat eserinde hissedilenler o an her bir bireyin o esere yüklediği anlamlarda gizlidir. Gizlidir çünkü varoluş her ne kadar açıkta olsa da var-oluş'un yükü altında kaybolmak da mümkündür.
Sanat, siyaset ve varoluş meselesi oldukça derin ve tarihsel bağlamda ele alınmakla beraber bu tartışmayı daha özel bir çalışma üzerinden değerlendirmeyi uygun buldum çünkü bu mesele toplumsal hareketlerden bağımsızlık mücadelelerine, kimlik siyasetinden temel insan haklarına kadar uzanan; aynı zamanda nihilizm ve hümanizmi de içeren çok boyutlu tartışmaların da yapılmasını ve birçok düşünürü dahil etmeyi gerektirmektedir. Bu tartışmaları teorik bağlamda ele almak yerine belirli bir performans üzerinden ele almak sanatın sadece güzel ve iyi olanı değil; varoluşun iktidar, şiddet, egemenlik ve yaşam üzerinden nasıl okunabileceğine dair de bireysel bir patika sunabileceği kanaatindeyim. Bu nedenle Rhythm 0 söz konusu bağlantıyı ele almaya yakın bir bağlam sunmaktadır.
Rhythm 0, eylemlerin kendisi kadar sonuçları ile de oldukça konuşulan ve etki yaratan performans sanatçısı olan Marina Abramović'in 1974 yılında gerçekleştirdiği canlı bir performans olarak oldukça ses getirmiştir. Söz konusu performans bana göre Abramović'in diğer performanslarından içerdiği şiddet, ölüm ve sorumluluk gibi meseleler itibari ile ayrılmaktadır. Bu arada bahsetmek gerekir, Rhythm 0 performansına benzer bilimsel çalışmalar da yapılmıştır. Bunlar arasında en çok bilinenler ise Milgram Deneyi ile Stanford Hapishane Deneyidir. Sanatçı, Rhythm 0'da galerinin ortasında durmakta ve galeride 72 adet obje sergilenmektedir. Objeler arasında ip, zincir, çiçek, tüy, üzüm, jilet, bıçak ve tabanca gibi nesneler mevcuttur. Objelerin bu şekilde çeşitlenmesi izleyicilerin performansa katılırken hissettiklerini veya düşündüklerini uygulayabilmelerine imkân tanırken Abramović'in de performansa katılanların kendisine istedikleri her türlü eylemi uygulamalarına izin vermesidir. Performansa katılanlara verilen açık mesaj 6 saat boyunca bana istediğiniz her şeyi yapabilirsiniz, yaptıklarınızdan sorumlu olmayacaksınız'dır. Marina Abramović, diğer performanslarında olduğundan farklı olarak Rhythm 0'da kendi bedeninin dayanıklılığını ölçmekle beraber, katılanların da eylemlerini sorumluluk, özgürlük, ihtimam gibi erdemlerden özgür bırakarak deneysel bir zaman ve mekân algısı yaratmıştır. Benim bu performansı okuma biçimim ise Abramović'in varoluşa yönelik perspektifinin şiddet, ölüm, iktidar ve güç üzerinden ele alması şeklinde gelişmiştir çünkü sanatçı ilk mülkiyet hakkı olan kendi bedeni üzerindeki iktidarından ve sahiplik hakkından vazgeçerek, bedenini diğer insanlara sunmuş ve eylemde bulunanları, kendisine yapılan eylemlerden sorumlu tutmamıştır. Sınırları olabildiğince zorlayan bu yaklaşım, sanatçının performans boyunca çeşitli taciz ve şiddet eylemlerine maruz kalmasına neden olduğu kadar kendi hayatını da bir başkasının sorumluluğuna bırakmış olması ile oldukça cesur bir karardır.
Performansın başında katılımcılar, sanatçıya çok fazla zarar vermeden nesneleri beden üzerinde denemeye başlamış anca zaman geçtikçe nesneler ile uygulanan şiddet düzeyi de artmıştır. Sanatçının bedenine yönelik ihlaller bedenin taşınması, kıyafetlerinin parçalanması ile bedenin teşhir edilmesi, bedeni yaralama ve yaşam ihlali ile devam eder. Bu eylemler katılımcılar tarafından gerçekleştirilirken, eylemlere yönelik sanatçı tepkisiz kalmaya devam eder ve performansı bitiren olay gerçekleşir. Katılımcılardan biri, galeride sergilenen objeler arasında olan tabanca ile sanatçıya yönelir. Tam da bu anda galeri sahibi bu eylemi durdurarak, performansa son verir. Marina Abramović, hareket etmeye başladığında ise katılımcıların galeriden kaçmaya başlaması bana göre performansın devamıdır. Abramović, üzerinde tahribatı gidermeden, bedenini ihlal edenlere doğru yöneltmesi, eylemlerde bulunanlara kendi eylemlerini yansıtmasıdır. Bu durumda insanların kaçışması ise neden oldukları şiddetin kendisidir. En temel, vahşi ve dayanılmaz şiddetin.
Kendi bedenine yönelik mülkiyet hakkını ve egemenliğini, kendisinden başka diğerine teslim etmesi ile varoluşun, evrensel bir sorumluluk ilkesine bağlı olduğunu gözler önüne seren sanatçı, performansın sonunda insanların kaçması ile ilgili hayal kırıklığına uğradığını da belirtir. Neden insan sebep olduğu onca kötü şeye dönüp bakmak istemez veya baksa bile görmek istemez? Neden sorumluluklarından kaçar? Varoluş dediğimiz şey, tarifi gerçekten mümkün olmayan bir-aradalıklardan meydana geldiğine göre, mutlak iktidar hissedildiğinde bir başkasının yaşama imkânını ortadan kaldırmaya çalışır? Neden bir başkasının acısından ve kendi yarattığı acılardan mutluluk duyar veya bir başkası görmezden gelinir? Sanki ben'den başka hiçbir insan, hiçbir canlı veya başka bir ben var olmamış gibi. Sanki bugün bu varoluş, Dante'nin Purgatorio'sundan zaman ve mekânından alınmış gibi varoluşun dayanılmaz ağırlığında devam etmek zorundaymış gibi.