Sylvia Plath'in Hayatı ve İncir Ağacı Analojisi
"Yaşamımın, öyküdeki yeşil incir ağacı gibi önümde dallanıp budaklandığını görüyordum..."
Sylvia Plath, 27 Ekim 1932'de Boston'da doğmuş bir şair-yazardır.
Hayatı boyunca ileri derece manik-depresif bozuklukla mücadele etti. Anne ve babasının sevgisizliği ve ilgisizliği onun hayatını mahvetti. Sylvia, henüz 8 yaşına girmeden babasını kaybetti ve ilk şiirini 8 yaşında yayımladı.
Sylvia, 1950 yılında Smith College'a girmeye hak kazandı. Buradaki 2. yılında intihar girişiminde bulundu. Ardından bir akıl hastanesine yatırıldı.
Sonrasında Amerika'nın en prestijli burslarından biri olan Fulbright bursuyla çalışmalarına Cambridge Üniversitesinde devam etti. Burada gelecekteki eşi olan İngiliz şair Ted Hughes ile tanıştı.
1956 yılında Ted ve Sylvia evlendi ve önce Boston'da yaşamaya başladılar. Ardından Sylvia'nın hamileliği onları İngilteye'ye geri döndürdü.
Çift sorunlar yaşamaya başladı. Sylvia, Ted'in onu aldattığından şüpheleniyordu. Ted, şair olarak çalışmalarına devam ediyordu ancak diğer taraftan Sylvia ev işleri ve çocuklarla ilgilenmekten yazmaya vakit ayıramıyordu. Bu durum onu bunalıma sokmaya başlamıştı.
Bu dönemde çift Devon'a yerleşmeye karar vermiştir. Londra'daki evlerini David ve Asiia adlı çifte kiralamışlardır. Ancak Sylvia, Ted ve Asiia'nın ilişkisi olduğunu öğrenir. İki çocuğunu da yanına alıp Londra'ya döner.
1963 yılında Sylvia, çocuklarına ekmek ve süt bırakarak mutfakta kendi yaşamına son verir.
Plath'in mezar taşında ''En harlı alevlerin ortasında bile altın nilüfer yetişir.'' yazmaktadır.
Günümüzde birçok insanın hayatına iz bırakmış bir şair-yazar olan Sylvia Plath hüzünlü yaşamının ardından bizlere birçok şiir bırakmış ve yalnızca tek bir roman (The Bell Jar - Sırça Fanus) yazmıştır. Aynı zamanda bu roman birçok kişi tarafından ilk Amerikan feminist romanı olarak kabul edilir.
Sylvia Plath'in incir ağacı analojisi;
“Yaşamımın, öyküdeki yeşil incir ağacı gibi önümde dallanıp budaklandığını görüyordum. Her dalın ucunda tombul, mor bir incir gibi eşsiz bir gelecek beni çağırıyor, göz kırpıyordu. İncirlerden biri, bir eş, mutlu bir yuva ve çocuklardı. Bir başkası, ünlü bir ozan, öteki parlak bir profesör, biri şaşırtıcı editör Ee Gee, öbürü Avrupa, Afrika ve Güney Amerika, biri Constantin, Sokrates, Attila ve garip adları değişik meslekleri olan daha bir yığın aşık, bir başkasıysa, Olimpiyat takım şampiyonu bir kadındı. Bu incirlerin üzerinde ve ötesinde, ne olduklarını pek çıkaramadığım daha bir sürü incir daha vardı.
Kendimi dalların çatallandığı noktada otururken görüyordum.
Ve incirlerden hangisini seçeceğime bir türlü karar veremediğim için açlıktan ölüyordum. Hepsini ayrı ayrı istiyordum incirlerin, ama birini seçmek ötekilerin hepsini kaybetmek demekti. Ve ben orada karar veremeden otururken incirler buruşup kararmaya başlıyor ve birer birer toprağa, ayaklarımın dibine düşüyorlardı.”
― Sylvia Plath, The Bell Jar