Teoriye Kadın Eli Değerse
Birbirinden farklı ama birbirini tamamlayan...
Kadınlar tarih boyunca sadece ev işlerinde, çocuk büyütmede ya da görünmeyen emeklerde değil, düşünsel üretimde de vardı. Ama ne yazık ki, bu düşünsel katkılar çoğu zaman yok sayıldı, küçümsendi ya da erkeklerin fikirlerine yama gibi gösterildi. İşte 2. dalga feminizm, yalnızca hak arayışıyla sınırlı kalmayıp, teorik alana da ciddi bir müdahalede bulundu. Kadınlar artık sadece eşitlik değil; düşüncenin, bilimin, siyasetin, ekonominin nasıl cinsiyetlendirilmiş olduğunu sorgulamaya başladı. Kadınlar düşünmeye, sorgulamaya ve bu dünyayı açıklayan kavramların erkekler tarafından yazıldığını haykırmaya başladı. İşte bu yüzden, bu yazının başlığı: Teoriye Kadın Eli Değerse.
Radikal Feminizm:
Radikal feminizm, adından da anlaşılacağı gibi sorunun köküne inmeye çalıştı. "Patriarka" kavramını gündeme taşıdı; yani erkek egemenliğini sadece yasalarda ya da toplumsal rollerle sınırlı değil, hayatın her alanına nüfuz eden bir sistem olarak gördü.
Erkeklerin kadınlar üzerindeki egemenliğinin; cinsellik, aile yapısı, medya, din ve hatta dil gibi görünmeyen katmanlarla yeniden üretildiğini anlattı.
Özellikle Shulamith Firestone’un “Cinsel Diyalektik” adlı eseri bu anlamda çığır açıcıydı. Firestone’a göre kadınların ezilmesinin temelinde yalnızca ekonomik değil, biyolojik faktörler de vardı. Kadının çocuk doğuran cinsiyet olarak konumlanması, onu doğrudan bedeninden ötürü dezavantajlı hâle getiriyordu. Bu nedenle, biyolojik üretim araçlarından (yani doğurganlıktan) özgürleşme fikrini tartışmaya açtı. Tartışmalıydı evet, ama cesurdu.
Radikal feministler ayrıca, cinselliğin, pornografinin, evliliğin ve anneliğin kadınlar üzerindeki baskı araçları hâline nasıl geldiğini de tartıştılar. Düşünsene, bu kavramların çoğu geleneksel feminen roller olarak “doğal” sayılıyordu. İşte radikal feministler, bu doğallık iddiasını yıktılar.
Liberal Feminizm:
Radikal feminizm yapısal meseleleri sorgularken, liberal feminizm daha pratik ve reformist bir çizgide ilerledi. Temel talepleri, kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olmasıydı. Seçme ve seçilme hakkından başlayarak eğitime erişim, iş hayatında eşitlik, siyasete katılım gibi konulara odaklandılar.
Bu yaklaşım, “fırsat eşitliği” kavramını temel alır. Kadınlar ve erkekler eşit koşullarda yarışırsa kadınların da yükselebileceği söylenir. Ancak burada dikkatli olmak gerekir çünkü liberal feminizm bazen “sınıf”, “ırk” ya da “cinsellik” gibi kimliklerin yarattığı eşitsizlikleri görmezden gelebilir.
Yine de bu akım, kadınların kamusal alanda daha çok yer almasına katkı sundu. “Cam tavan” kavramını tartışmaya açtı, kadınların yöneticilik pozisyonlarına gelmelerindeki görünmez engellere dikkat çekti. Bugün hâlâ birçok kurumda kadın kotası, eşit işe eşit ücret kampanyaları bu mirasın bir parçası.
Marksist / Sosyalist Feminizm:
Marksist feminizm ise meseleye ekonomik ilişkiler penceresinden baktı. Kapitalizmin kadınları hem ücretli hem de ücretsiz emekçi olarak sömürdüğünü söyledi.
Kadınlar hem evde karşılıksız emek sunuyor, hem de iş yerinde düşük ücretlerle çalıştırılıyordu. Üstelik bu iki yük birden sırtlarına bindirilmişti.
Bu yaklaşım, toplumsal cinsiyetin sadece bir kültürel yapı değil, aynı zamanda ekonomik sistemle ilintili olduğunu savundu. Kadınların emeklerinin görünmezliği, özellikle ev içi emeğin “aşk”, “annelik” gibi kavramlarla meşrulaştırılması üzerine eleştirel analizler geliştirdiler.
Sosyalist feministler, patriarka ile kapitalizmin ittifak içinde olduğunu, bu iki sistemin birbirini beslediğini ortaya koydu. Mesela kadınların düşük ücretle çalıştırılması, ev işlerinin ücretsiz yapılması gibi şeyler, kapitalist üretim için mükemmel bir kaynak yaratıyordu.
Siyah Feminizm:
Feminist teoriler çoğunlukla beyaz, orta sınıf, Batılı kadınlar tarafından yazılmıştı. Ancak her kadın aynı deneyimi yaşamıyordu.
Bell Hooks, Angela Davis, Audre Lorde gibi siyah feministler, ırkın, sınıfın ve toplumsal cinsiyetin birbiriyle nasıl kesiştiğini gösterdi.
Mesela bir siyah kadın, hem ırkçılığa hem de cinsiyetçiliğe aynı anda maruz kalıyordu. Bunun adı “çakışan kimlikler” ya da akademik ifadesiyle “kesişimsellik” (intersectionality) idi.
Bu feministler, "feminizm herkes içindir" diyerek evrenselci feminist anlayışa karşı çıktılar. Onlara göre, kadınlar arası dayanışma gerçek bir eşitliğe dayanmalı, tüm farklılıkları kapsamalıydı. “Sadece kadın olduğum için değil, siyah bir kadın olduğum için de eziliyorum,” diyen seslerin duyulması gerekiyordu.
Lezbiyen Feminizmi:
Ve tabii ki lezbiyen feministler… Onlar sadece heteroseksüel normlara değil, bazen ana akım feminizmin içine sinmiş homofobik bakışlara da başkaldırdılar.
Kadınların kadınları sevmesinin sadece bir cinsel yönelim değil, aynı zamanda patriyarkaya bir başkaldırı biçimi olabileceğini söylediler.
Adrienne Rich’in “Zorunlu Heteroseksüellik ve Lezbiyen Varoluş” adlı metni, bu tartışmaların teorik temelini oluşturdu.
Onlara göre aşk, sadece bireysel bir mesele değil, aynı zamanda bir direniş alanıydı. Kadınlar birbirine sevgiyle bağlandığında, erkek egemen dünyaya meydan okumuş oluyordu.
Ekofeminizm:
Ekofeminizm, kadınların baskılanması ile doğanın sömürülmesi arasındaki paralelliğe dikkat çeken bir yaklaşım. “Erkek egemen sistem” sadece kadınları değil, toprağı, ormanları, denizleri de kontrol altına alıp tüketiyor. Bu teoriye göre patriyarka ve kapitalizm el ele vererek hem doğayı hem kadın emeğini görünmez kılıyor. 1980’lerde ortaya çıkan ekofeminizm, kadınların çevre hareketlerinde neden bu kadar aktif olduğunu da açıklıyor: Su kaynaklarını korumak, tarımı sürdürülebilir kılmak, nükleer karşıtı eylemler... Hepsi bir tür yaşamı savunma refleksi. Kısacası ekofeminist bakış, “Dünya bizim evimiz, hem kadınları hem doğayı özgürleştirecek bir düzen kurmalıyız” diyor.
Postmodern Feminizm:
Postmodern feminizm, “Kadın” kelimesinin tek bir deneyimi temsil etmediğini vurguluyor. Hepimizin farklı ırk, sınıf, cinsellik, engellilik, yaş ve kültürel arka planlardan geldiğimizi hatırlatıyor. Bu yaklaşım, büyük anlatılar yerine parçalı, çoğulcu ve kişisel hikâyelere odaklanıyor. Postmodern feministler, “Evrensel kadın sorunundan bahsetmek, bazı kadınların sesini susturabilir” diyerek, feminizmin daha kapsayıcı olmasını savunuyor. Yani burada biraz da “Bizi tek bir reçeteyle kurtaramazsınız” tavrı var.
Pop Feminizm:
Pop feminizm, feminizmin sosyal medyada, reklamlarda, dizilerde ve popüler kültür ürünlerinde görünür hâle gelmiş versiyonu. Bir yandan genç kuşaklara feminizmi tanıtıyor, modaya sokuyor; diğer yandan yüzeyselleşme tehlikesi taşıyor. Beyoncé’nin sahnede “FEMINIST” yazısıyla çıkması ya da #MeToo’nun milyonlara ulaşması bu akımın gücünü gösteriyor. Ancak eleştirmenler, markaların “kadın güçlendirme” söylemlerini sadece ürün satmak için kullandığını söylüyor. Pop feminizm, doğru ele alındığında farkındalığı artırabilir; yanlış kullanıldığında ise slogandan öteye geçemeyen bir vitrin hâline gelebilir.
Anarşist Feminizm:
Anarşist feminizm, feminizmin asi kardeşi gibi… Devlete, otoriteye, hiyerarşiye karşı olan anarşist düşünceyi, patriyarka karşıtı mücadeleyle harmanlıyor. Onlara göre erkek egemenlik sadece evin içinde ya da ilişkilerde değil; devletin yapısında, şirketlerin tepesinde, polisin otoritesinde, kısacası her türlü güç ilişkisinde saklı.
Anarşist feministler, hiyerarşisiz, yatay örgütlenmeyi savunur; kurallar yerine dayanışmayı, liderler yerine ortak aklı tercih eder. Mücadeleleri sokakta pankart taşımaktan ibaret değil; bazen bir bostan işgali, bazen bir mahalle dayanışma ağı, bazen de kadınların kendi özerk mekânlarını kurmasıdır. Onların feminizmi, “düzeni yıkalım” derken aynı zamanda “düzeni yeniden, adilce kuralım” çağrısıdır.
New Age Feminizm:
New Age feminizm ise biraz daha içsel, biraz daha mistik bir yerden konuşuyor. Gaia’dan, yani “Dünya Ana”dan bahsediyor; kadınların sezgilerini, bedensel döngülerini, ayla olan uyumunu önemsiyor. Doğanın iyileştirici gücü, kadın çemberleri, meditasyon, yoga, şifacılık… Bu feminizm, kapitalizmin sert yarışında yorulmuş kadınlara “dur ve kendine dön” diyor.
Ama eleştiriler de var: Sistemi yıkmak yerine, bireysel huzurla yetinmek; patriyarkaya karşı politik bir duruş yerine, kişisel şifa arayışı… Yine de New Age feminizmin, kadınların ruhsal ihtiyaçlarını dile getirmesi, doğayla yeniden bağ kurdurması, bedenini sevmeyi öğretmesi değerli. Belki de asıl mesele, bu içsel dönüşümü toplumsal değişimle buluşturabilmek.
Tüm bu feminist yaklaşımlar bazen birbirleriyle çelişti, bazen çatıştı, ama hepsi ortak bir derdi dile getirdi: Kadın olmak, sadece biyolojik bir durum değil; toplumsal, ekonomik, siyasal ve kültürel bir süreçtir. Bir kadın hem siyah, hem yoksul, hem lezbiyen olabilir. Bir kadın hem doğurmak isteyebilir, hem anneliği sorgulayabilir. Feminist teori, işte tam da bu karmaşık deneyimleri anlayabilmek için çeşitlenmek zorundaydı. Evet, teoriye kadın eli değdiğinde; kavramlar derinleşti, düşünce çoğaldı, dünya biraz daha anlamlı oldu.
“Sen kendini bu teorilerden hangisine daha yakın hissediyorsun? Ya da hiçbirine? Neden?”