The Virgin Suicides: Bir Gençlik Trajedisi
Gizemli Lisbon kızları aracılığıyla yasakların ve özgürlük arayışının çatışması
Jeffrey Eugenides’in 1993 tarihli romanı ve Sofia Coppola’nın 1999 yapımı uyarlaması olan The Virgin Suicides, Amerikan banliyö yaşamının yüzeydeki durağan ve güvenli görüntüsünün ardındaki kaotik ve karanlık yönleri açığa çıkarır. Lisbon kızlarının trajik hikayesi, kontrol ve özgürlüğün çatıştığı, toplumsal normların bireyselliği bastırdığı bir dünyada, ergenliğin getirdiği kırılganlığın resmini çizer.
Eugenides’in güçlü anlatımı ve Coppola’nın zarif sinematografisi, bu hikayeyi nesiller boyu yankılanacak bir mitos haline getirir.
Lisbon ailesinin kızları, aşırı baskıcı ebeveynlerinin gözetimi altında ergenliğin sancılı sürecine hapsolmuşlardır. Ebeveynlerinin özellikle Mrs. Lisbon’un baskıcı ve kontrolcü yapısı, kızların bireysel özgürlüklerini ve kimliklerini keşfetmelerini engeller. Bu kısıtlayıcı ortam, bireysel özgürlüğün ne kadar hayati olduğunu vurgularken, gençliğin kırılganlığını da açıkça gözler önüne serer. Ergenlik döneminde bireyin kimlik arayışıyla toplumun beklentileri arasındaki çatışma, Lisbon kızlarının hayatındaki trajedinin temellerini atar. Melankoli ve kaçış arzusu, onların bulundukları ortamdan uzaklaşmak istemeleriyle birleşir. Trajik bir çözüm yolu olarak ölüm, onları anlamayan bir dünyaya karşı bir çeşit kaçış olarak beliren en uç noktadır.
Her bir Lisbon kızı, ergenliğin ve gençliğin farklı yönlerini temsil eder. Lux’in asi ruhu, Therese’in bilime olan ilgisi, Cecilia’nın içsel yalnızlığı ve diğer kızların özellikleri, onları kendilerine özgü bireyler haline getirirken, aynı zamanda annelerinin onları tek tipleştirme çabasını gözler önüne serer. Bay Lisbon’un pasif duruşu ve Bayan Lisbon’un katı kuralları, onların yaşamındaki kararları ve özgürlükleri tamamen ellerinden alır. Bu ebeveyn figürleri, kızların özgürlük arayışının önündeki en büyük engellerden biridir.
Kızları uzaktan gözlemleyen komşu çocuklar ise, onları anlamaya çalışarak trajik bir romantizmin nesneleri haline getirir. Onların anlatıcılığı, hikayeyi mitoslaştırarak, kızların toplum tarafından nasıl algılandığına ve kadınların toplumdaki gizemli ama edilgen rollerine dikkat çeker.
Eugenides, hikayeyi Lisbon kızlarına hayranlıkla bakan komşu çocuklarının gözünden sunarak, okuru dış gözlemci konumuna yerleştirir. Bu anlatı tarzı, kızların içsel dünyasına erişimimizi engelleyerek onları daha da gizemli kılar.
Anlatıdaki dışsallık, kızların kendi öznelliklerini yitirmelerine ve toplum tarafından birer mit haline gelmelerine zemin hazırlar. Hikaye ilerledikçe, kızların gerçek hayatları ile toplumun onlara biçtiği romantik imgeler arasındaki fark iyice belirginleşir. Bu anlatı, genç kızların göz ardı edilen içsel mücadelelerini ve toplumun onlara biçtiği tek taraflı bakış açısını eleştirir.
Roman ve filmde kullanılan semboller ve imgeler, kızların içsel dünyalarını ve hayatlarındaki kısıtlamaları simgeler. Lisbon ailesinin evi, kızların sıkışmışlığını ve özgürlükten yoksun hallerini temsil eder. Pencereler, onların dış dünyaya olan özlemlerini ve ulaşılmazlığını ifade eden önemli bir semboldür.
Coppola’nın filmde müziğe verdiği önem, özellikle Air grubunun parçaları aracılığıyla kızların melankolik ruh hallerini görselleştirir. Çiçekler ise kızların masumiyetini ve gençliğin geçiciliğini simgelerken, aynı zamanda onların yaşamlarındaki kırılganlığı vurgular.
Hikaye, Amerikan banliyösünün 1970’lerdeki toplumsal yapısına keskin bir eleştiri getirir. Bu dönem, muhafazakar değerlerin ve toplumsal beklentilerin genç bireyler üzerindeki baskısını artırmıştır. Kadınlık rolleri katı sınırlarla tanımlanırken, banliyö yaşamının sunduğu güvenli ortam, bireylerin içsel boşluklarını ve kimlik arayışlarını bastırır.
The Virgin Suicides, yüzeyde güvenli ve ideal görünen bu banliyö yaşamının içsel olarak ne kadar boş olduğunu ve bireyler üzerindeki psikolojik etkilerini çarpıcı bir şekilde ortaya koyar.
Sofia Coppola, filmi bir masal gibi anlatır. Pastel renk paleti, yumuşak ışık kullanımı ve nostaljik hava, gençliğin kırılganlığını ve hikayenin melankolik tonunu güçlendirir. Coppola’nın sinematografisi, hikayeyi bir anı gibi işler, izleyiciyi hem romantik hem de trajik bir duygu yoğunluğuna sürükler.
Filmdeki sessizlik ve durağanlık, hikayenin içsel gerilimini artırır ve izleyiciyi kızların duygusal dünyasına yakınlaştırır. Coppola’nın bu sessiz ve boşluk dolu yaklaşımı, karakterlerin sıkışmışlık ve çıkışsızlık hislerini daha derin bir şekilde hissettirir.
Kızların intiharı, bireysel bir eylemin ötesinde, aynı zamanda bir toplumsal tepki olarak da yorumlanabilir. Ebeveynlerinin katı kuralları, çevresindeki toplumun baskıları ve toplumun onların trajedisini romantikleştirmesi, kızların kimlik arayışlarını ve özgürleşme çabalarını bastırır. İzleyici, hikayenin sonunda kendini de sorgulama ihtiyacı hisseder; çünkü kızların ölümü, toplumun pasif gözlemi altında gerçekleşmiştir. İzleyici, bu pasif suç ortaklığının bir parçası olduğunu fark eder ve kızların yaşamındaki trajedinin sadece bireysel değil, aynı zamanda toplumsal bir sorun olduğunun bilincine varır.