Türkiye'de Feminizm

Türkiye'nin tarihsel sürecine bir bakış

Feminizm aranıyor: Sessiz ve gür sesleri (1923–2000)

Genç Cumhuriyet’imizin ilanıyla birlikte, 1923’te, yani savaşın ardından küllerinden doğmaya çalışan bir ülkede... Modernleşme ve Batılılaşma hedefleriyle yepyeni bir dönem başladı. Kadınlar için de diyebiliriz. En azından öyle göründü. Çünkü kadınlar artık okula gidebilecek, seçme ve seçilme hakkı kazanacak, kamuda çalışabilecek ve devrimin vitrininde yer alabilecekti. Ama bu “özgürlük” ne kadar özgürdü, işte asıl mesele orada başlıyordu.

Cumhuriyet Kadını

Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğinde yapılan devrimler, kadınlar için tarihsel bir dönüm noktasıydı. Bu inkâr edilemez.

1930’da belediye seçimlerinde seçme hakkı,

1934’te genel seçimlerde seçme ve seçilme hakkı verildi.

Bu tarihsel kazanımlar, Batı’daki pek çok ülkenin önündeydi. Ne kadar Osmanlı'nın son döneminde yükselen kadın hareketi köklerini oluştursa da, bu kazanımları kadınlar sokakta mı kazandı, hayır. Kadınlar adına kazanıldı. Çünkü o dönemde kadınlar henüz bir hak öznesi değil, birer modern ulus projesinin parçasıydı.

Yani devrimlerin vitrininde yer aldılar ama içeride, mutfakta, fabrikada, sendikada, üniversitede sesleri duyulmazdı.

Nezihe Muhiddin

Bu dönemde adını mutlaka bilmemiz gereken biri var: Nezihe Muhiddin.

Muhittin, Osmanlı'nın son dönemlerinde faal olarak kadın hareketinin içinde yer alıyordu. Cumhuriyet ilan edildiğindeyse, 1923’te Kadınlar Halk Fırkasını kurmaya çalıştı. Evet, Cumhuriyet’in ilan edildiği yıl, bir kadın partisi kurmak için başvurdu. Çünkü ona göre kadınların siyasi ve sosyal tüm haklara kavuşmadığı bir inkılap, inkılap olamazdı. Ama ne oldu? Parti kabul edilmedi, hassas demokrasi henüz inşa aşamasındaydı ve "erkek" milletvekilleri bir kadın fırkası kurulmasını (desteklese de) bölücülük olarak değerlendirdi. Kadınların siyasi temsilinin mümkün olmadığı, partinin tüzüğünde yer alan bazı maddelerin uygun görülmediği belirtildi. Maddelerde ise kadınların siyasi hakları, eğitim ve meslek hayatlarına dair görünürlükler yer alıyordu.

Yerine kurulan Türk Kadınlar Birliği ise daha “uygun” görüldü. Fırka'da yer alan maddeler daraltıldı, talepler değiştirildi. Nezihe Muhiddin ise uzun yıllar siyasi hal talep etmeye devam etse de sırası olmadığı gerekçesiyle ötelendi.

Daha fazla ayrıntı öğrenmek isteyenler için: BBC'nin araştırma haberi için tıklayınız


Kadınlar okudu ama konuşamadı (1950–1970)

1950’lerde çok partili hayata geçildi, Demokrat Parti iktidara geldi. Ekonomi değişti, şehirleşme başladı, köyden kente göç arttı. Ama kadınlar yine büyük oranda evdeydi.

Kadınlar bu dönemde üniversiteye gitmeye, bazı mesleklerde yer almaya başladılar ama hâlâ bir kadın hareketi yoktu. Kadını eve konumlandıran cinsiyet rolleri medyada pekiştiriliyordu.

Çünkü bir ülkede kadınların çalışıyor olması, feminist bilinç geliştiği anlamına gelmiyor. O yıllar daha çok toplumsal cinsiyet rollerinin pekiştirildiği yıllardı:

“Kadın çalışsa da esas yeri evidir.”

“Kadın öğretmen olur, hemşire olur ama müdür mü? Fazla iddialı!”

“Kadın okur ama çok konuşmaz, hele sokakta hiç bağırmaz!”

1970’lerde "Sol"un gölgesinde kadınlar

1968 kuşağı Avrupa’yı ayağa kaldırırken, Türkiye’de de sol rüzgârlar esiyordu. İşçi hareketleri, grevler, öğrenci direnişleri… Evet, kadınlar da bu hareketlerin içindeydi. Ama çoğunlukla “yoldaş” olarak.

Sınıf mücadelesi içindeydi kadınlar ama cinsiyet eşitsizliği dillendirilmezdi. Hatta “önce devrim gelsin, sonra kadınlar özgürleşir” denilirdi.

Bu da kadınların bir kez daha sus payı almasına neden oldu.

Ama dikkat! Bu dönem, kadınların içsel farkındalıklarının filizlenmeye başladığı dönemdi.

Kadınlar erkek yoldaşlarıyla eşit olmadıklarını kendi deneyimleriyle yaşamaya başladı.

Örneğin bir kadın toplantıda konuştuğunda lafı kesiliyor, flörtöz olmakla suçlanıyor ya da "çok bireyci" bulunuyordu. Kadınlar bu eşitsizliği örgütlü olarak değil ama kişisel olarak hissetmeye başlamıştı.

Ve bu tohumlar, 1980’den sonra bambaşka bir yere evrilecekti.

1980 Darbesi

12 Eylül 1980 darbesi, sadece sol hareketleri değil, tüm muhalefeti susturdu ama ilginçtir ki, bu susturma kadınlar için bir kıvılcım oldu.

Çünkü artık kadınlar erkeklerin kurduğu ideolojilerin bir parçası olmak istemiyordu. Kendi meselelerini kendi isimleriyle konuşmak, kendi dertlerini kendi dilleriyle anlatmak istiyorlardı.

Böylece 1980’lerin ortasından itibaren Türkiye’de bağımsız feminist hareket doğdu.

1987: “Dayağa Karşı Yürüyüş”

Bu yürüyüş bir milattı. Kadınlar ilk kez sadece erkek şiddetine karşı değil, aynı zamanda adaletsiz hukuk sistemine, patriyarkal aileye, sessiz kalmaya karşı da yürüdü.

Sonrasında neler oldu dersin?

  • Kadın dayanışma merkezleri, mor çatılar, kadın dergileri kuruldu.
  • 8 Mart’lar, 25 Kasım’lar artık sadece sembolik tarihler değil, kadınların sokakları doldurduğu, haykırdığı günler haline geldi.
  • “Ben de feministim” demek artık utanılacak değil, gurur duyulacak bir şeydi.

Duygu Asena

İşte tam bu dönemde, belki de kadınlar evdeki yalnızlıklarında kendi mücadelelerini sessizce yaşarken, bir kitap düştü raflara: “Kadının Adı Yok” (1987) – Duygu Asena.

Okuyanların ya “ahlak" terazilerinin dengesini kaçırdı ya da içlerine dokundu. Çünkü Asena, o zamana kadar çoğu kadının dile getirmediği ama iliklerine kadar hissettiği şeyleri yazıyordu:

Evlilikte boğulmak, susturulmak, küçümsenmek, “çok konuşuyorsun” denilmek, çalışsa bile yetersiz hissedilmek. Erkekleri dünyasında yok sayılmak, değersiz hissettirilmek, en küçük başarı için bile muazzam bir efor sarfetmek.

Asena'nın dilinde edebiyat olduğu kadar öfke, isyan, özgürlük arzusu da vardı.

Liseli kızlardan evli çocuklu mutsuz kadınlara kadar her kesimden hemcinsleri kitabı okudu ve Duygu Asena'ya içlerini dökmek için mektup göndermeye başladılar. O kadar çok kadının iç sesi oldu ki...

2000’lere doğru: Yeni kuşak, yeni sorular

1990’lar boyunca feminist hareket çeşitlendi, yayıldı, güçlendi.

Artık sadece şiddete değil, medyadaki cinsiyetçi dile, çalışma hayatındaki eşitsizliğe, LGBTİ+ haklarına, çevre mücadelelerine de ses veriliyordu.

Ve genç kadınlar yavaş yavaş bu alana adım atıyordu.

Feminizm artık sadece akademik ya da politik bir mesele değil, bir sosyal hayat pratiği haline gelmeye başlamıştı.

Eylem ve isyan

1923’ten 2000’e kadar kadınların hikâyesi, aslında görünmez olmaktan görünür olmaya uzanan bir yolculuk.

Yasalarla kazanılan haklardan, sokakta söke söke alınan mücadelelere kadar uzanan bir serüven.

Bu yolculukta kimi zaman devlet kadını vardı, kimi zaman yalnız kalmış kadın, kimi zaman örgütlenmiş kadın, kimi zaman da kitaplarla güç bulan kadın.

Bugün kendimize ve çevremize sık sık sormamız gereken sorular var:

Adın var mı? Sesin duyuluyor mu? Yolun nereye gidiyor?


Okuduğunuz için teşekkür ederim. Bir dahaki yazılarda Osmanlı dönemi ve 2000'leri anlatacağım. Aslında Osmanlı hiç aklımda yoktu ama bu yazıyı yazarken çok kıymetli bir dönem olduğunu keşfetmiş oldum. Yazı yazmanın en keyifli kısmı da bu. Bilgiler katman katman öğrendikçe yeni bir detay, yeni bir alana açılıyor kapılar.


Keyifli haftalar hepinize!