Ulusların Düşüşü | Why Nations Fail

"Bu kitabı bana öneren ve kütüphanemde bulunmasına vesile olan değerli Sema Hocama da teşekkürlerimi iletiyorum."


Daron Acemoğlu ve James Robinson'un birlikte kaleme aldığı Ulusların Düşüşü kitabını bu yazımda ele almak istedim. Kitabın ana konusu, neden bazı ülkelerin zenginleşip refah seviyelerini artırırken, diğerlerinin buna oranla fakir kaldığı ve refah seviyelerinin düşük olduğu sorusudur. Bu eser, iktisadi büyüme ve ulusal kalkınma alanında farklı sosyal, ekonomik ve politik sistemlerin başarı ya da başarısızlıklarının temelinde yatan faktörleri inceliyor ve çarpıcı analizleriyle okuru etkiliyor. Acemoğlu ve Robinson’a göre, ulusların kalkınmasının ardında yatan en önemli faktör, ülkelerin ekonomik ve siyasi kurumlarıdır. Kitap, bir ülkenin kalkınmasını belirleyen unsurların coğrafya, kültür veya doğal kaynakların bolluğu değil, daha ziyade toplumun yapısını şekillendiren “kapsayıcı” ve “sömürücü” kurumlar olduğunu öne sürer. Bu kurumlar, toplumun hangi kesimlerinin ekonomik fırsatlara erişebileceğini ve hangi sınıfların siyasi güç üzerinde söz sahibi olacağını belirler.


Bu kitap, 2012'de 'Yılın İş Kitabı' olarak da seçilmiştir.

Kapsayıcı ve sömürücü kurumların ne olduğuna gelirsek, bunları da açıklayalım. Kapsayıcı kurum, bireylerin ekonomik alanda bağımsız bir şekilde faaliyet göstermelerine teşvik eden ve fırsat eşitliği konusunda önemli adımlar atılması gerektiğini savunan, aynı zamanda geniş bir topluluğun karar aşamalarına katılmasını öngören kurumdur. Bu kurumda önemli olan ekonomik büyümedir. Örneğin, Kuzey Amerika’da 18. yüzyıldan itibaren şekillenen kapsayıcı politik yapılar, bireylerin ekonomik katılımını teşvik ederek ABD’nin kalkınmasını sağlamıştır. Sömürücü kurum ise ekonomiyi sadece belirli toplulukların çıkarları doğrultusunda yapılandırır; kaynaklar belirli bir topluluğa aittir ve halk genellikle o ekonomiden dışlanır. Kitap, buna örnek olarak Latin Amerika’daki birçok ülkeyi verir ve bu tür kurumların bölgedeki eşitsizlik ve fakirlik seviyelerini yükselttiğini savunur. Sömürücü kurumlar, kalkınmayı engelleyen faktörleri derinleştirirken, toplumu ekonomik olarak kısıtlayan ve sınırlayan sistemler oluşturur.

Peki, gelin bu kurumların ne gibi sonuçlar doğurduğuna bakalım. Kitapta belirli bir sınıflandırmaya gidilip, bu sınıflandırma üzerinden ülkeler karşılaştırılmış. Bence bu karşılaştırmalar, analizlerin çarpıcı olmasının temel sebeplerinden biri. Örnekler ülkeler üzerinden tarihsel bir süreç şeklinde anlatılmış. İlk olarak Kuzey Yarımadası’ndan bahsetmek istiyorum çünkü yapısı, etnik kimliği gereği en ilginç karşılaştırmalardan birini oluşturduğunu düşünüyorum. 1950’lerde Kore Savaşı sonrası iki ayrı devlet kuruldu: Kuzey Kore ve Güney Kore. Her iki ülke de aynı kültürel mirasa, aynı coğrafyaya ve savaşın getirdiği benzer zorluklara sahipti. Ancak, iki ülke farklı kurumlar geliştirdi ve bu kurumlar, onların şu anki durumlarını belirleyen en önemli etken oldu. Kuzey Kore, siyasi ve ekonomik gücünü dar bir elit sınıfın elinde topladı. Bu elit sınıf, toplumun geri kalanını ekonomik süreçlerin dışında tutarak, ülke kaynaklarını kendi iktidarını sürdürmek için kullandı. İnsanların iş kurması engellendi, mülkiyet hakları ise yok denecek kadar azaldı. Böylece Kuzey Kore, tamamen devlet kontrolünde, dışa kapalı, yoksul bir ülke olarak kaldı. Güney Kore’ye baktığımızda ise kapsayıcı kurumlar geliştirildi. Girişimciliği ve eğitimi teşvik eden bu kurumlar sayesinde insanlar kendilerini geliştirme fırsatı buldu. Özellikle 1960’lardan sonra Güney Kore, sanayiye ve eğitime yatırım yaparak ekonomik büyümesini hızlandırdı. Bugün Güney Kore, dünyanın en gelişmiş ekonomilerinden birine sahipken, Kuzey Kore ağır bir yoksulluk içinde. İşte aynı kültürel ve coğrafi temellerden çıkan iki ülkenin, farklı kurumlar nedeniyle bu kadar farklı bir yola sapması, kitabın temel mesajını güçlü bir şekilde doğruluyor.

Bir başka örneği de Batı'dan yana kullanalım: Kuzey Amerika ve Latin Amerika. Amerika Birleşik Devletleri, kolonileşme sürecinde daha kapsayıcı bir yapı kurdu. İngiltere’nin kuzeyde kurduğu koloniler, yerleşimcilere mülkiyet hakkı ve ekonomik özgürlük tanıdı, bireylerin girişimcilik yapmasına olanak sağladı. Bu kapsayıcı kurumlar sayesinde Kuzey Amerika, kısa sürede güçlü bir ekonomi inşa etti ve bireyler, özgürlükçü bir sistemin parçası olarak refah düzeylerini artırdı. Diğer tarafa baktığımızda ise Latin Amerika, aynı dönemde İspanyol ve Portekiz kolonileri olarak bambaşka bir yol izledi. Burada kurulan sömürücü kurumlar, yerli halkı ekonomik süreçlerin tamamen dışında bırakırken, kolonilerin zenginlikleri yalnızca küçük bir kesimin elinde toplandı. Bu yapı, bağımsızlık sonrasında da değişmedi; sömürücü gruplar, ülke kaynaklarını kontrol etmeye devam etti. Toplumun büyük bir kesimi fakir kaldı ve ekonomik gelişme engellendi. Bu yüzden, Latin Amerika’da pek çok ülke hâlâ eşitsizlik ve yoksullukla mücadele ederken, ABD ise dünya ekonomisinin en güçlü ülkesi haline geldi.

'Sao Paulo, Brezilya'da yoksullar ile yüksek gelirliler arasındaki, yoksulluk sınırı duvarı.'

Son karşılaştırma olarak, kültürümüzün de bu yazının bir parçası olmasını istediğim ve ayrıca ilginç bulduğum için Osmanlı İmparatorluğu ve Batı Avrupa’yı ele almak istiyorum. Osmanlı İmparatorluğu, merkezi ve baskıcı bir yönetim yapısına sahipti. Ekonomik ve ticari faaliyetler sıkı denetim altındaydı ve özel mülkiyet hakları yeterince güçlü değildi. Bu sömürücü yapı, girişimci bir ruhla hareket etmeyi kısıtlıyor ve ekonomiyi dar bir çerçeveye sıkıştırıyordu. Sonuç olarak Osmanlı İmparatorluğu, Batı Avrupa’nın ekonomik ve bilimsel gelişmelerinin gerisinde kaldı.Öte yandan, Batı Avrupa'da daha kapsayıcı yapılarla ticaretin önü açıldı. İnsanlar kendi ürünlerini oluşturabiliyor, mülkiyet haklarına sahip olabiliyorlardı. Bu kurumlar sayesinde Batı Avrupa’da ticaret gelişti, zenginleşme hızlandı ve nüfus artışı yaşandı. Böylece Avrupa, Rönesans ve Aydınlanma ile birlikte dünya sahnesinde lider bir konuma ulaştı.

Kapsayıcı kurumlar, bir ülkenin vatandaşlarına kendilerini geliştirme ve potansiyellerini gerçekleştirme fırsatı sunar. İnsanlar iş kurabiliyor, yatırım yapabiliyor, eğitim alabiliyor ve kendilerini güvende hissediyorlarsa, o ülkenin ekonomik büyüme potansiyeli de çok daha yüksek olur. Ancak sömürücü kurumların baskısı altında yaşayan toplumlarda insanlar potansiyellerini gerçekleştiremez; bu da hem bireysel hem de toplumsal gelişimin önünde büyük bir engel oluşturur.Kitabın ana fikri, refah ve kalkınmanın yalnızca doğal kaynaklar veya coğrafi konumla değil, ülkelerdeki kurumların yapısıyla belirlendiğini öne sürer. Kapsayıcı kurumlar sayesinde toplumun geneli kalkınır; sömürücü kurumlar ise yalnızca bir azınlığın zenginleşmesine yol açar. Bu nedenle kapsayıcı kurumların inşası,sürdürülebilir kalkınma ve toplumsal refah için bir zorunluluk haline gelir.