Vitrinde Yaşamak - 80'ler üzerine
Nurdan Gürbilek'in her kitaplıkta bulunması gereken eserinin kısa bir incelemesi/özeti.
Dürüst olmak gerekirse 80'ler dönemi üzerine daha önce hiç bireysel araştırma yapmadım, bazen kulaktan duyma bilgilerle bazen de önüme çıkan haberler/makaleler ile 80'ler hakkında az çok bir bilgim var ama öncesinde hiç kendim merak edip bakmamıştım.
“Vitrinde Yaşamak” başlığı güzel bir imgeleme ile aslında, 80'ler döneminin kültürel ve toplumsal iklimini gözler önüne seriyor.
Kitabın ön sözünde açıklayıcı bir ekleme var yazardan. Neden hala bu kitabın gündemde olabileceğini ve kitabın aslında neler ifade ettiğini açıklıyor. Kitabın amacının geçmişte hataları göz önüne sererek bir değişiklik yapma çabasından ziyade özellikle fark ettirmek olduğunu vurguluyor.
Kitaba göre ve kanımca da 80'ler kültürel ikliminin aslında şu an bulunduğumuz döneme de ne kadar benzediği vurgulanıyor. Bazen okuduklarım çok uzak gelse de bazen sanki 80'leri değil de günümüzü okuyormuş gibi hissettim. Kitapta özellikle o döneme damgasını vuran iki olgudan bahsediyor, “sözün bastırılması” ve “sözün patlaması” (Gürbilek, 1992: 23).
Buradan kasıt hem teknolojik gelişmeler ve medyanın kentten kırsala da ulaşmış olmasının sonucunda herkesin fikrini beyan edebilecek imkânlara ve fırsatlara erişmiş olması fakat bu imkânlar ve fırsatlar arttıkça da peşinden gelen kısıtlama ve susturma.
Şimdiki dönemde olduğu gibi o dönemde de toplumun, bireylerin seslerini duyurabileceği birçok platform var ve bu platformlar herkese açık ve herkesin erişebileceği bir konumda. Kitapta özellikle “normal gündelik hayatın” bile ses bulması ve bunun bile dile getirilmesinin verdiği özgürlük vurgulanıyor. En sıradan insanlar bile; anlatacak hikâyesi, bir gayesi ya da bir faydası (görelilik bağlamında) olmayan insanlar bile artık sesini duyurabiliyor ve kendini ifade edebiliyor.
Tabii konuşan herkesin bu kadar artması ve herkesin her şey hakkında bilgi ve fikir sahibi olması bu dönemde zaten değersizleşmeye başlamış “söz”ü iyice içi boş bir olgu hâline getiriyor. Söz; fiilden daha önemli, daha çarpıcı ve daha etkili bir hâle geliyor ama bu kadar değer kazanırken bir yandan da değerini kaybediyor bir bakıma.
Kitapta kültürün sanayileşmesinden de bahsediliyor ki bu benim günümüzle en çok bağlantı kurabildiğim olgulardan biri. İsyan, başkaldırı, toplumun düzenini bozup yeniden yaratma gibi “alt kültürlerin” kullandığı simgeler laf üzerinde “kabulleniyor”, “destekleniyor”, bu simgelerin ve mantraların azınlığını, özelliğini ve özerkliğini yok etmek adına bu alt kültürlere ait olanlar alınıp tekrar piyasaya, sanki onların değilmiş gibi sürülüyor ve satılıyor.
Piyasa, kendi işine geldiği müddetçe “muhalif simgelerin” serbest dolaşımına izin veriyor.
Kitapta o dönemde müthiş ilgi duyulan arabesk müziğe de değinilmiş. “Ne köylü ne şehirli olanın müziğidir arabesk.” olarak tanımlamış (Gürbilek, 1992:35). Arabesk müziğin bir orijini ya da sahibi olmamasının toplum tarafından “hiç kimse”nin müziği olarak kabul görmesine sebep olduğunu ve kendini bir yere ait hissetmeyen insanların dinlediğini de vurgulamış. Ona göre arabesk dinleyicisi, kendisine yabancı ama başkasının da olmayan bir müziği dinler (Gürbilek, 1992: 36).
Bu noktaya kadar kitabın gözümüzün önüne getirmeye çalıştığı ortam bir sürü çelişkiyle ve kafa karışıklığıyla dolu. Amaçsız, gayesiz, özgür olan ama aynı zamanda olmayan, kendini bir yere ait hissetmeyen, bu kültürel hayat tabiri caizse üstünde iğreti duran bir kültürel iklim söz konusu.
Şu anda da muzdarip olduğumuz “etiketleme” kavramından da bahsediyor. Her şeyi, herkesi ve her olguyu etiketleme, kategorize etme ve birbirinden ayırma durumundayız. Bir bireye ya da bir nesneye/mekana baktığımız şeyi değil de önce etiketlerini ve sınıflarını görüyoruz. Karşımızdakinin bir insan olduğunu unutuyoruz. Herkesi/her şeyi soyut bir değişim değerine indirgiyoruz (Gürbilek, 1992: 40).
Vitrinde dizilmiş mallar hâline geliyor toplum. Emek bir imajdan ibaret kalıyor.
Kitabın devamında sözün baskıcı karakteristikliğinden sıyrılıp daha kışkıştırcı bir siyasetle o dönemlerde karşımıza çıktığından da bahsediliyor. Özel hayatı, özel olanı iyice irdelemek ve normal olan ile anormal olanın farkını yok etmek adına sözün kuvvetinden bahsediyor. Söze dökülebildiği sürece uzmanlar ve otoriteler tarafından ne kadar aykırı görülüyor olursa olsun her yaşantı aynı normallik parantezine alınabilir, diyor (Gürbilek, 1992:46).
Aynı zamanda söze dökülenlerin de illaki bir denetime tabi tutulacağını da söylüyor. Kullanılan söylemler ve betimlenen sıfatlarla insanların bu özgürlüklerin denetlediğini ve sınırlandığını, devletin böyle bir politika uyguladığını söylüyor. (Günümüzde “aykırı” yaşam tarzlarının kabul edildiği hâlde söylemlerle kınanması ve kötü sıfatlarla dışlanması gibi.) Daha önce de belirtildiği gibi söz fiilin yerini alıyor ve önemli olan aksiyon değil de o aksiyonun “nasıl dile getirildiği” oluyor.
Fiilin önemsizleşmesini de o dönemde oldukça önemli bir “ifade belirtme” mekânı olan haftalık dergilerdeki başlıklarla örnekliyor. Atılan bu başlıklarda sanki sürekli bir üç nokta varmış hissiyatı var, okuyucunun kendi hayal gücü ve zihniyeti ile yorumlamasını istermiş gibi. Yine fiili ve sözü bir imaja dönüştürme çabasından bahsediyor (Memura Bir Parmak Bal, örneğini vermiş yazar.)
80'lerde basın üzerine sansür ve baskılamanın arttığını ama aynı zamanda basına olan sermayenin de çok genişlediğini vurguluyor. Bazı alanlardaki daralma, başka alanlarda genişlemeye tekabül eder, olarak belirtiyor. (Gürbilek, 1992: 56)
Özel olanla kamusal olanın arasındaki uçurumu ama bir yandan da geçişkenliğinin arttığını vurguluyor. Buna örnek olarak önceden tek bir odada yatak odasının, mutfağın, salonun ve banyonun olduğunu, misafirlerin, yabancıların ve aile dışındaki kimselerin burada ağırlandığını ve mahremiyet adına bir şey olmadığını, modernleşme ile birlikte gelen mahremiyet kavramının evi nasıl odalara ayırdığından bahsediyor (Aklıma Muhteşem Yüzyıl’daki odaları getirdi bu örnek. Hünkârın odası aynı anda oturduğu tahta, uyuduğu yatağa ve çalıştığı mekâna sahiplik yapıyor ve herkesi bu odada karşılıyor.)
Kamu alanının “zorunlu” ve “ödev” olarak tanımlanması insanların özel hayatlarına bu kadar önem vermesinin sebebi olarak görülüyor. Herkesin herkesle bir arada yaşadığı ve özel olanın olmadığı bir toplumdan ziyade kamusal alanda bile meydana gelen kutuplaşmadan, sınıflaşmadan ve bu ayrı kategorideki grupların asla iç içe geçmediğinden, hatta karşılaşmadığından bahsediyor.
70'lerin politik ortamının bu özel olana ait takıntısını bulundurmadığını söylüyor. Bu yüzden politikanın daha seyrek ve etkisiz olduğunu belirtiyor. Daha sonra, 80'lerde artan kamusal ve özel olan arasındaki uçurumun yarattığı gerginliğin politikayı beslediğini ve yükselttiğini söylüyor. (Yani özel olan ile kamusal olan çatıştığı müddetçe politika canlanıyor.)
Zengin, orta ve fakir sınıf kutuplaşmasının artık sadece mahallelerde, oturulan bölgelerde değil kamusal alanda da yaygınlaştığını ve neredeyse gözle görülebilir sınırlarla ayrıldığını ifade ediyor.
Bu sınıflar ve ayrışmalar arasında geçişkenlik de yok (Kast sistemi gibi, hangi sınıfta doğuyorsan ölene kadar o sınıfta kalıyorsun.) “Başkalarının ilginçlikten başka bir şey ifade etmediği”ni belirtiyor (Gürbilek, 1992:71). Kendi hayatımızla bir bağlantısı olmayan, tanımadığımız insanlar ve hayatlar bize hayalden, hikâyeden başka bir şey gibi gelmiyor. Gerçek olduğunu düşünmüyor ve hissetmiyoruz. Bir televizyon dizisinden ya da bir filmden bahseder gibi bahsediyor, izleyip geçiyoruz.
80'ler denince akla ilk gelen olguyu, darbeyi de işliyor kitap. Kenan Evren’nin darbeyi “hasta olan kısma müdahale etmek” metaforu ile ifade ettiğini belirtip bu hasta/sağlıklı ikililiğini irdeliyor.
O dönemde farklı olanın, ayrı olanın hastalık olarak görüldüğü ve tedavi edilmesi ya da komple ortadan kaldırılması gerektiği görüşü hâkim. Evren, ortadan kaldırmayı savunurken aynı zamanda bu “teröristlerin” rehabilite edilmesi gerektiğini vurgulayan ve bunun için çalışmalar yapan bir kesim de var. Bu dönem ve sonrasında siyasi terim ve olgularda bu hastalık metaforu çok sık karşımıza çıkıyor.
18.yy ve sonrası Avrupa’da toplum insan vücuduna benzetiliyor ve hasta görülen kısımların iyileştirilmesine ve tedavi edilmesine odaklanılıyor. Sadece Türkiye’nin kullandığı bir metafor değil yani aykırının ve düzene karşı gelenin hasta olması.
Türkiye’nin bu konuda Avrupa’dan farkı bu hastalık metaforunu askerî tehlike ve ahlaki yozlaşmanın mecazı olarak daha “tesadüfi” ve “keyfi” kullanması. (Gürbilek, 1992: 76)
Sözü edilen hastalık bizim ülkemizde iyileştirmek yerine direkt “bozuk” kısımlar kesip atılıyor ve ortadan kaldırılıyor.
Genel olarak bu algının yaygın olması da modernliğin ölçütünü neyin cezalandırılması ve neyin tedavi edilmesi gerektiğini bilmek olarak baz alıyor (Kitapta buna örnek olarak AIDS’i vermiş, AIDS hastalarının tutuklanması, göz altına alınması ve sürekli kontrol altında tutulması).
Günümüzde de hâlâ devam eden hastalığın suça suçun da hastalığa sebep olduğu algısı kanaat önderleri ve bilirkişiler, medya ve devlet adamları tarafından algı olarak yaratılıyor (Zina kalp krizine yol açar, çok mastürbasyon yapmak körlüğe sebep olur gibi önermeler.) Sağlık ilerleme, hastalık gerileme ile bağdaştırılıyor.
70'lerde (verdiği Orhan Gencebay örneği ile birlikte) bir kader tutsaklığından, sürekli çilekeş olmaktan, çaresiz olmaktan, bir şeyi değiştiremediği için olduğu gibi kabullenen ve boyun eğmiş bir kültür, sanattan bahsediyor. Orhan Gencebay’ın bu yönüyle halka ses olduğu, Orhan Ağabey sıfatıyla vicdanı ses hâline getiren ve ikili karşıtlıkları, bu çelişkileri hep işleyen bir sanatçı olarak ele almış.
Sokağın, sokaktakinin sesini şehir müziğiyle anlatmaya çalıştığını, bir sentezleme içinde olduğunu vurgulamış.
80'ler örneğine de İbrahim Tatlıses’i vermiş. Artık farklı olmanın kötü bir şey olmadığı, bugüne kadar kendini kabullendirmek ve dışlanmamak için dışarıda bırakmak zorunda kalınanların kabullenildiği, Batılı olmak adına feragat edilen özün ortaya çıkma isteğinden bahsetmiş.
80'lerde artık farklıyı konuşmak, farklı olmak, tek tip olmamak ve başka bir kesimden gelmek kötü bir şey gibi durmuyor. Hatta insanlar kendine ait olanı sahiplenmeye ve dillendirmeye başlıyor.
Yazar bunu “aşağı kültür patlaması” olarak nitelemiş. Ki baskılanan her şeyin bir şekilde bir gün ortaya çıkacağı da aşikâr. Yüksekmiş gibi davranan bir kültürün kendi taşralılığının, kendi yerliliğinin, kendi “aşağılığının” da geri dönüşünü temsil ettiğini söylüyor (Gürbilek, 1992:109). Bu düşünceyi bize benimsettikten sonra soruyor yazar, ama nasıl ortaya çıkacak?
Bastırıldığında bir kurtuluş vaadi olarak görünebilen arzu, geri dönerken taşıdığı bütün vaatleri terk ettiğinden, kendisini arsızlık olarak tüketiyor. (Gürbilek, 1992:110)
Kamusal ve öznel dil bu kadar iç içe geçip birbirine dönüşmüşken, resmî dil ortadan kalkmışken ve özel hayat bu kadar gözler önünde, sahne alınan bir oyun gibi sergilenirken hangisinin gerçek, hangisinin samimi ve hangisinin sahte olduğunu anlamak imkânsızlaşıyor.
İmajların, etiketlerin, özel olanı bağırmanın, farklılıkların benimsendiği hâlde hâlâ azınlık hâlinde dışlanmasının süregeldiği, kimsenin kimseye güvenmediği ve kötü haberlerle dolu bir dönem.
Şimdiki hayatımızdan pek de bir farkı yok. Hâlâ da bu soruyu kendimize soruyor ve bu soru yüzünden hep kendimizi yalnız hissediyoruz: Hangisinin sahte, hangisinin gerçek olduğunu, hangisinin samimi olduğunu nasıl anlayacağım?