Walter J. Ong'a Göre Dilin Sözlü Niteliği Nasıldır?

Günümzüde hala geçerliliğini koruyan sözlü kültürün ne olduğuna gelin Walter J. Ong'un gözünden bakalım.

Sosyal bilimlerin birçok alanında dilin sözlü niteliği ve sözlü kültürle arasındaki farka ilişkin çalışmalar yapılmış ve insanın henüz anlamı sese kodlamadığı yani yazıya geçmediği dönemler hakkında araştırma ve tarama çalışmaları yürütülmüştür. Ferdinand de Saussure yani modern dilbiliminin kurucusu yazının aynı anda tüm tezatları bünyesinde bulundurduğunu yani eş zamanlı olarak ‘’hem faydalı, hem yetersiz, hem de tehlikeli’’ olduğunu belirtmiştir. Bununla birlikte çağdaş araştırmacıların her türlü sözel iletişimin konuşmaya dayandığını es geçerek yazı dilini temele alma isteklerini dile getirmiştir. Bu durum bende tüm doğurgularıyla bir gerçekliği görme yönünde kendisini adayan bilim insanlarının yazılı kültürün düşünme olanaklarının dışına çıkamamaları yönüyle farklı bir algı yarattı. Dilbilim çalışmalarının ardından süreç dilin sese nasıl yerleştiğini inceleyen sesbirim bilim alanıyla devam etmiştir.

Sözlü ve yazılı anlatımı kültür ve çeşitli olanakları yönüyle inceleyen bu bölüm düşüncenin ifadesi yönüyle sözlü ve yazılı ifadelerin aralarındaki fark ve ilişkiye yönelik çalışmanın çıkış noktasını İlyada ve Odysseia’nın yani yapılan edebiyat çalışmaları olduğundan bahseder. Dilin ortaya çıkışı tabii ki sesle mümkün olmuştur ve bunu takip eden durum sözlü kültürdür. Tarih boyunca birçok dil kullanılmış ancak sadece belirli bir kısmı sözlü ve hatta yazılı kültür bırakabilmiştir. Bu durum bize sesin dile bağımlılığını ve bin yıllar içerisinde bu bağlılığın ne derece ve ne şartlarla sürmüş olabileceğine dair fikir yürütme imkanını sunmaktadır.

Yazıyı, sözün gücünü pekiştiren bir konumda gören Ong bunun önemini yazının düşünce yapımızı dahi değiştirebildiğini iddia etmiştir. Bu bağlamda konuşmanın üzerinde durmuştur ve bir farklılığa dikkat çekmiştir. Yazı sözün gücünü pekiştirir ve kalıcı olmasını sağlar ama söz dediğimiz ya da sözlü kültür dediğimiz kavram yazıdan bağımsız olarak düşünülebilir ve günümüzde de sadece sözlü kültüre bağlı kalarak yaşamlarını devam ettiren bir sürü topluluk vardır. Ancak yazılı kültür ve yazı sözden bağımsız olarak düşünülemez, belli bir noktaya kadar sözlü kültürün orijinalliğini koruyan bir konundadır fakat sözlü kültürün yerini alıp onu bir alt basamak haline getirecek durumda değildir.

Yazının incelenme boyutunda da başta yazının kullandığı alanları ve yazıyı kullanmayı sağlayan bilişsel becerileri incelemek gelir. Bu bilişsel becerilerin arasında konuşma kitabın bu bölümünde ayrıca incelenmiş ve retoriğin öneminden bahsedilmiştir. Retorik, çok kötü olabilecek şeyleri bile çok iyi göstermeye yarayan bir sanat olabilir ve güzel konuşma sanatı deyip geçmek retoriğin oluşumunun nedenlerinden biri olan sözlü kültürü de gözden çıkartmak demektir. Yazının buradaki konumu retoriği kullanarak söylev gerçekleştirmeye çalışan ancak yazılı metinlere bağlı kalarak bunu gerçekleştiren kimselerin o metinlerini incelemekten geçiyor. Ancak bu noktada şunu kaçırmamak gerekiyor; burada incelenen söylevin kendisi değil, söylev metnidir.

Yazıya bir atıfta bulunmayarak sözlü sanat kavramlarının geliştirilebileceğini ifade eden Ong, yazının icadından on binlerce yıl önce sözlü sanat etkinliklerinin üretildiğini ve sözlü sanatın ifadesi için bugün yalnızca yazıya başvurulmasını, yazı olmadan bir değeri olmayacağını düşünenlere bir karşı çıkmıştır. Sözlü kültürde nesiller boyu aktarılan hikayeler, masallar bir nesilde takılır ve artık anlatılmazsa o edebiyat ürünleri en geç o çağ içinde yok olur. Yazı burada devreye girer ve bir birikim sağlayarak o ürünlerin unutulmasının önüne geçmiştir nitekim Türk edebiyatının yazılı kültürden itibaren başlangıcını almakla sözlü kültürden başlangıcını almak çok farklı şeylerdir. Bu noktada da ‘’sözlü yazın’’ kavramı ortaya çıkmıştır ve Ong bunun yanlışlığın üzerinde durur.

Yazının emperyalist bir kavram olduğunu düşünen Ong, aslına bağlı kalarak ilerlemesinin mümkün olmadığını ve yayılmacı bir yaratıma da sahip olduğunun üstünde durur bu iddianın üzerinden ilerleyerek okuryazarların birincil sözlü kültürle ifade edilmiş olan bir kavramın tam olarak tekrar edemeyeceklerinden ve yazının sözlü ifadeleri görselliğe hapsettiğinden bahseder. Sözlü yazına dönecek olursam da tüm bunlara takiben sözlü gelenek ürünlerini yazın literatürüne sokmanın sağlıksız olduğunu ifade eder.

Sözlü kültür ve yazı arasında sıkışmış gibi görünen bu kavram çözümleme yapmak yerine durumu daha karışık bir hale getirmiş ve üstüne yanlış bir tanıma neden olmuştur. Bu durumu hayatında hiç at görmemiş birine benzetim ilgisi ve kişinin geçmiş yaşantılarından yararlanarak atın arabaya benzetilmesini örnek verir ve bu tasvir ilişkisinin atı ne değilse o olma yönünde bir duruma sürüklediğinden bahseder. Sözlü yazın ifadesi için de böyledir çeşitli araştırmacılar sözlü yazını ne değilse o şeklide ifade etmektedirler. Yavaş yavaş literatürden çıkarılmaya başlansa da bu durum hala geçerliliğini korumaktadır.

Sözlü edimlerin yerini yazının almasıyla yazının bunu sadece ‘’korumak’’ için yapıldığı düşünülse bile işler artık eskisi gibi değildir. Ong’a göre de o kusursuz yaratımın bir daha oluşturulması bir daha mümkün değildir.