Yaşayanlar Üçlemesi: Roy Andersson

Kara mizah ve absürdizm sinemasının usta yönetmeni, Kuzey Avrupa'nın bir 'değişik' adamı Roy Andersson.

1943 İsveç doğumlu yönetmen Roy Andersson, 1969 yılında İsveç Film Enstitüsü'nden mezun olmuş ve bir yıl sonra ilk uzun metraj filmi En Karlekshistoria (İsveççe Aşk Hikayesi) ile sinema hayatına başlamıştır. Romantik drama türündeki bu filmi ile ülkesinde ve özellikle Avrupa'da bir çok ödüle layık görüldü. Yeni mezun olmuş, genç bir yönetmen için büyük başarı sayılabilecek bu film, Andersson'u yine de tatmin etmedi.

Olmak istediği yönetmene, bu tarz filmlerle yaklaşayamayacağını düşünmüş olucak ki yeni arayışlara girmek istemiş. İlk filminden sonra, üzerine tam 5 yıl çalıştığı Gilliap filmi, kendisinin sinema hayatında oldukça önemli bi yere sahip. Çünkü o kadar zamana ve paraya rağmen mali açıdan büyük zarara uğradı ve bir anlamda sinemaya küstü diyebiliriz.

Sinemaya tam 25 yıl ara verdiğini söylemek bu 'küsme' olayını daha iyi ifade eder sanırım.

Bu 25 yıllık arada üç beş tane başarılı kısa film çekse de kendisinin asıl geçim kaynağı reklam filmleri olmuş hatta sinemaya geri dönüşündeki gerekli sermayeyi de bu çektiği reklamlar ile sağlamış Andersson.

Gelelim kendisini auteur yönetmenler sınıfına sokan, seyirciyi ben ne izliyorum şu an dedirten, kara mizahın ve absürdizmin doruklarını yaşatan Yaşayanlar Üçlemesi'ne.

Başlamadan kısaca uyarıyım. Filmlerinde insan ve toplum gözlemlerini kısa ve farklı hikayeler ile seyirciye gösterir. Baştan sona bir hikaye örgüsü izletmez. Sekansları öyle güzeldir ki bir resim sergisinde geziyor hissi yaşarsınız.

1-) Sânger Frân Andra Vâningen (İkinci Kattan Şarkılar) 2000

Filmimiz çıktığı yıldan da görüleceği üzere tam bir milenyum filmi olmuştur. Andersson resmen bize modernleşme ile insan evladının geleceği distopik sonu göstermiş, insan ve toplumun yüzüne yüzüne dalga geçmiş bu filmle.

Öyle bir şehir gösteriyor ki bize; insanlar ruhen çürümüş, sürekli bir tepkisizlik ve kayıtsızlık. Aslında bu olgular tüm üçleme için geçerli, onu söyleyeyim.

Filmde tek bir hikaye göstermez bize Andersson. İşten atılmak istemeyen ve bunun için savaş veren bir adamın isyanına, borsada çok para kaybeden bir adamın acısına ve oğlu akıl hastanesinde olan bir babanın çaresizlik dolu haykırışlarına tanık oluruz.

Tüm bunları anlatırken sizi düşünmeye zorlar. Toplum içinde özgür olmayan bireylerin aslında kafalarının içinde bile özgür olmadıklarını yüzümüze vurur.

2-) Du Levande (Siz, Yaşayanlar) 2007

Yönetmen Siz, Yaşayanlar ile yine bir önceki filmindeki sinematografik çizgisinden devam etse de bu filmde, mizah ögelerini bir miktar arttırmış.

Bir önceki filmde 'seyircinin üstüne çok gittim herhalde' demiş olucak ki bu filmle biraz umut ekmiştir bünyelere. Kısacası insanlık adına utancını yine gözler önüne serse de tüm bunlara rağmen detaylarda bulunup çıkartılan küçük mutluluklar ile yaşamaya çalışan insanları resmetmiştir.

3-) En Duva Satt Pâ En Gren Och Funderade Pâ Tillvaron (İnsanları Seyreden Güvercin) 2014

Usta yönetmen bize yine insan portreleri göstermeye devam etmiştir. Filmde tatlı ve yerinde bir güvercin metaforu ile ölüm ve yaşlılık temalarına ağırlık vermiştir. Yönetmenin bu filmde diğerlerinden farklı olarak bugünün insanını geçmişiyle yüzleştirmeye çalıştığını fark edebilirsiniz.

Filmde, kendilerinin bile komik bulmadıkları şaka oyuncaklarını satmaya çalışan iki ortağın mücadelesine tanık oluyoruz.

Yönetmenin 14 yıl içinde çektiği bu üç film ile derdini aynı çizgide anlatması muazzam bir olay. Bu aynı çizgide gitmeyi sakın ola negatif düşünmeyiniz. Üstüne koya koya üç tane şaheser ortaya koyulmuş resmen. Şöyle ki bu üç filmden bir parçayı alıp, diğer filmlerden birine koysanız inanın hiçbir gariplik hissetmezsiniz. 14 yılda derdini böyle anlatırsın işte. Auteur yönetmen böyle olunuyor sanırım.

Sinematografisi ise yönetmenin derdinin görsele yansımış halidir. Filmlerinde kurduğu birbirinden bağımsız gözüken olayları, sabit kamerası ile tek perspektiften gösterir. Sahnelerin hepsi yapay setlerde çekilmiştir. Hepsi gerçeğe yakın olarak tasarlansa da o yapaylığı farkediyorsunuz. Kullandığı bu set ve kamera kullanımı, hikayelerinin anlatımıyla harika bir uyum sağlıyor.

Filmlerinde sekansların hepsi tek plan çekilmiştir. Hep geniş açıyla alan derinliği kullanması ve hiç yakın çekim bulunmaması seyirciye neye odaklanması gerektiğini söylememek istemesinden kaynaklı sanırım.

Kısacası yönetmenimiz var olmanın verdiği acıları, bir şair edasıyla resmetmiştir.