2000'ler Edgy Dönemi: It Wasn't a Phase Mom!

Kapak: Paramore

Eğer insanoğlu bir zaman makinesi icat etmiş olsaydı, şu yirmili yaşlarımı doğduğum yılda yaşamak için varımı yoğumu verebilirdim. Bir zaman dilimi düşünün, ergenliğin ve bunun asiliğinin en siyah ve en açık şekilde yaşandığı, internetin ve medyanın daha taze taze güç kazandığı bir zaman dilimi. Sanki bu dönemde bütün dünya toplanmış, daha 17'sinde, ailesiyle her akşam kavga edip odasına kapanan ya da kendini sokaklara bırakan bütün öfkeli gençler için içerik üretiyordu.

Bu yılların rock müziğinden, sinemadan, video oyunlarından tutun her alanında karanlık bir hava hakimdi. Batı'da gelişen bu kültür, Dünya'nın ortak ihtiyacıymış gibi öyle hızlı yayıldı ki, bu dönemde bırakılan eserler arada sırada hâlâ karşımıza çıkıp bizi yakın geçmişimize götürüyor. Bazı örnekleri beraber hatırlayalım:

O dönemin müzik sahnesi, gençliğin içindeki karmaşayı, öfkeyi ve hüzünü kusmak için yaratılmış gibiydi. Özellikle rock ve punk sahnesinde bir patlama yaşanıyordu; her şarkı, dinleyenin içindeki isyanı daha da körüklüyordu. Şarkı sözleri, aile baskısından bunalmış, topluma uyum sağlayamayan ve dünyayı fazla ciddiye almaktan yorulmuş gençlerin iç sesine dönüşmüştü. Gitar riffleri sert, vokaller ya çığlık çığlığa ya da umursamaz bir kayıtsızlıkla yankılanıyordu. Bir nesil, eyelinerlarını daha kalın çekip, bileklerine bileziklerini dizerek bu müziğin içinde kendini buldu.

Şahsi favorim Three Days Grace, tam da bu öfkeli ruh haline uygun bir gruptu. I Hate Everything About You parçasını keşfettiğimde lisedeki yaşadığım ilk romantik ilişkinin buhranları içinde patlıyor Home dinleyerek kabahatsiz aileme bir katillermiş gözüyle bakıyordum. Ancak, patlayan davulları ve içten gelen çığlıklarıyla bu grubu keşfettiğimde Adam Gontier çoktan gruptan ayrılmış, eski tatlarından eser bile kalmamıştı. Hoş, geçtiğimiz sene gruba yeniden dahil oldu ama aynı tat artık hiçbir zaman gelmez. Never Too Late veya Animal I Have Become gibi parçalar hem vokalistin zorlu yaşamını anlatırken, bir de hepimizin yüreğinde oynamayı başarıyordu. Self-titled Three Days Grace albümünden The High Road'a kadar bütün şarkılarını ezberlediğim bu gruba lise yıllarımı borç bilirim.

Sonra My Chemical Romance vardı. Ben her ne kadar bu grubun sesine ve tarzına ısınamasam da bu grup, edgy dönemin en büyük akımı olmuşlar. The Black Parade klibini izlediğimde ve grubun konser kitlesine baktığımda zaten anlamıştım bütün edgy'liğin bu elemanlarda toplandığını. Tabii ki alt metninde içsel ve toplumsal problemleri bol bol verse de bu grubun hiçbir şeyine bir türlü ısınamadım ama bahsetmemek doğru olmaz. Helena dinleyip klibindeki dramatik dansı izleyen her genç, bir şekilde ölüm temasını daha sanatsal bir bakış açısıyla görmeye başlamıştı. Tabii ben pek aşina değilim ama saygıdır sonuçta.

Avril Lavigne. Hayatını kaybetti de yerine başkası geldi diye magazin konusu olan ablamız, estetik ameliyatını ne kadar abartmıştır bilemem ama bildiğim tek bir şey var ki, eğer 2000’ler edgy ruhunun bir yüzü olsaydı, büyük ihtimalle Avril olurdu. Losing Grip'in sert tonu, Complicated'in o iç karartıcı çaresizliği ve Keep Holding On'un verdiği umut ile 2000'ler ekranının, dinleyicisini duvardan duvara vuran bir ismiydi. Hem gotik hem de şımarık bir tavırla, dünyaya kafa tutmanın ne kadar cool görünebileceğini kanıtlıyordu. Öyle de cool görünüyormuş ki, keşke sadece Sk8er Boi'ler ile takılmaya devam etseymiş dedirtiyor bana.

Ve güzeller güzeli Paramore. Turuncu saçlar, bitmek bilmeyen davul, aşırı özgüvenli sözler... Paramore’un şarkıları sadece aşk ve aşkın getidikleriyle alakalıymış gibi görünüyor ama bu tam olarak doğru değil, punk ruhunu modern bir dille anlatırken, sadece öfkeden ibaret olmadıklarını da gösteriyordu, Last Hope, All We Know, Now, ve olmazsa olmazım Let The Flames Begin ve bu şarkının devamı Part II. Bu saydığım şarkılara verilen ruh öyle canlı ki yıllarca dinlediğim birçok protest gruptan daha çok etkiliyor beni. Misery Business ya da Decode gibi şarkılar da zaten grubun belkemiğini oluşturuyor ve her şarkı birbirinden farklı hissettiriyor. Bir genç kız grubu olarak biliniyor olabilir ama Hayley Williams'ın kendisinin ve sesinin bu dünyaya gelmiş en güzel şey olduğunu hepimiz kabul edebiliriz bence.

2000’lerin edgy havası popüler sinemanın her yerinde kendini göstermiş. Twilight, Spider-Man Üçlemesi ve Transformers (2007-2009) bildiğim eserler arasında öne çıkanlardan. Twilight, gotik-romantik atmosferi, sisli ormanları ve Robert Pattinson’un depresif karizmasıyla hâlâ bu kategoride zirvede bence. Filmlerdeki gri yeşil tonları nereye koysak aynı havayı verir gerçi. Edward’ın "Ben bir canavarım, Bella" tarzı, şimdi çok komik gelse de zamanında muhtemelen insanları etkilemiş. Ben izlediğim vakitte Bella’nın kayıtsız, melankolik tavırlarına deliriyordum ama edgy olmanın çekirdeğinde bu karakteristikler yatıyordu. Üstelik Linkin Park ve Paramore'un şarkılarının filmde yer alması, serinin benim kalbimi çalmasına yetiyor. Tobey Maguire’lı Spider Man üçlemesi hakkında çok da konuşmama gerek yoktur diye düşünüyorum. Transformers (2007-2009) ise Michael Bay’in patlamaları, ağır çekimde yürüyen Megan Fox, Linkin Park’ın What I’ve Done'u ve her belanın ortasında kalan genç Sam'in pek de derin olmayan hikâyesi benim çocukluğumun en önemli anılarından. Filmdeki "Sıradan bir çocuğun büyük bir şeye dönüşme" teması, dönem gençlerinin ruhunu ve arzularını çok iyi yansıtıyor.

Video oyunları 2000’lerde sinemadan hallice yapımlardı. Edgy ruhunu yansıtabilmek için intikam, süper güçler, kendini keşfetme gibi temalar çok fazla işleniyordu. Max Payne, film-noir tarzı anlatımı, sürekli yağan karın altında geçen melankolik hikâyesi ve ağır çekim çatışmalarıyla bir intikam operası sunan bir yapım ve çıktığı yıl sebebiyle bu edgy türünün önde gelen örneklerinden. Max Payne 2'nin kapanış ekranında çalan Poets of The Fall'ın Late Goodbye'ı bütün deneyimin ardından öyle etkili ki acaba bütün bu edgy kavramını müzikler mi oluşturuyor diye düşünmeden edemiyorum. Max’in eşinin ve çocuğunun ölümü, narkotik polisi olarak bir uyuşturucu ağını çökertmeye çalışırken ailesini katleden katili araması ve bu yolda sürekli konuşan iç sesi, verdiği kayıplar ve geçmişiyle yüzleşmesi, onu tam anlamıyla trajik bir figüre dönüştürüyor.


Infamous, değeri pek bilinmeyen bir seri oldu. Süper güçlere sahip olmanın sanıldığı kadar havalı olmadığını gösteren oyunlardan biriydi ve bilinen kahramanlık temasına yeni bir renk getirmeye çalışıyordu. Elektrik gücüyle lanetlenmiş Cole MacGrath, kahraman mı yoksa kaosun temsilcisi mi olacağını seçmek zorundaydı ve bu seçim, oyuncunun dünyaya karşı olan bakış açısını şekillendiren bir ahlaki sınav gibi sunuluyordu.

Kalbimin fedaisi Assassin’s Creed II, suikastçı olmaya zorlanan Ezio Auditore’nin, ailesinin intikamını alırken özgürlüğün ve sistem karşıtlığının sembolü hâline gelmesini sağlıyor. Bu oyun öyle derin bir yara ki benim için, burada anlatarak kimseyi sıkmak istemem. Tarihî şehirlerin çatılarında süzülmek, Templar düzenini çökertmek ve "Nothing is true, everything is permitted" felsefesi, dönemin edgy'liğini öyle bir felsefeyle buluşturdu ki Ubisoft hâlâ bu serinin ekmeğini yiyor.

Gel zaman git zaman, bu karanlık hava artık aynı tadı vermemeye başlamış olacak ki büyüyenler bu phase'i aştı, arkalarından gelenler de aynı hisleri paylaşmadı. Eskiden bütün gençliği etkilemiş olan bu kültürü kendimden küçüklerde göremiyorum ama ne olduysa ben hâlâ 15 yaşımda dinleyip, izleyip, oynadığım yapımlara tekrar tekrar geri dönüyorum. Bu bazen uzun bir dönemi kapsıyor çünkü bana hâlâ ev gibi hissettiriyor. Annemin zamanında ergenliktir geçer diye katlandığı eski hâllerim sanki damarlarımda eski heyecanıyla dolanıyor.