21. Yüzyılda Tecrübe İllüzyonu

Yaşamak mı? Tecrübe mi?

Sosyal medyanın faydaları ve zararları üzerine pek çok çalışma, konuşma ve tartışma yapıldı ve yapılmaya devam ediyor. Sosyal medyanın bireyler ve toplumlar üzerindeki etkilerini türlü kategorilere ayırıp detaylıca inceleyebiliriz. Ben bu kategorilerin pek çoğunu aynı anda kapsayan bir etkisinden bahsetmek istiyorum. Sosyal medya, insanların yaşamak ve tecrübe etmek; görmek ve fark etmek arasındaki farkı yitirmesine sebep oldu. 

21. yüzyıl insanının atalarından çok daha fazla şeye şahit olduğu su götürmez bir gerçek. Oturduğumuz yerden dünyanın bir ucunda olan bitenden haberdar olabiliyor, hatta bizden kilometrelerce ötede yaşayan insanlarla iletişime geçebiliyoruz. Homo sapiens tarihini irdelediğimizde insanların her şeyden haberdar olma tutkusuna hep sahip olduğunu ve bu tutkuyu kademeli olarak bir başarı öyküsüne çevirdiğini görüyoruz. Çünkü bilmek, yönetebilmenin yani korkunun üstesinden gelebilmenin en etkili yollarından biridir. 

Yazının, haberci kuşların, matbaanın, faksın, radyonun,televizyonun,telefonların ve sonunda internetin hayatlarımıza dahil olması bu bilme tutkusunun eseri olmuş ve uzağı yakın hale getirmiştir. Şu an geldiğimiz noktada ise dikkat süremiz hiç olmadığı kadar kısalmış, yapmak istediğimiz şeyler bir o kadar artmış durumda. 

Başka insanların göstermelik hayatlarına maruz kalıyor ve bu hayatların gerçekliğine inanıp kendi hayatlarımızı sorguluyoruz. Maymun iştahlı yapımızı beslemekte uzman olan sosyal medya algoritması, önümüze hep bizden onlarca adım önde gibi görünen insanların içeriklerini çıkarıyor. Artık her birimiz Everest’in doruklarında olmak, piramitleri görmek, işimizde uzmanlaşırken dış görünüşümüzü zamanın mükemmellik algısına en yakın olacak hale getirmek, sabahlara kadar eğlenmek ama bir yandan da kendi şirketimizi kurmak istiyoruz. 

Kişisel gelişim kursları, kitapları; motivasyon videoları bize durmadan koşması gereken bir at muamelesi yapmaktan başka işe yaramıyor. Hep eksik ve tamamlanmaya muhtaç görülen insanlar, ufak başarıları ve anları kutlamayı unutmaya başladı. 

Bu durum da çağımızın sessiz pandemisi olan anksiyete ve panik atak sorunlarını hızla artırmış, sonlu hayatlarımıza yeteri kadar aktivite sığdırmadan ölüp gitmekle eski Mısır inancında mezara azığı olmadan gömülmek eşdeğer hale gelmiş durumda. Dolayısıyla yaptığımız hiçbir şeyi içselleştiremeden, şöyle oturup üstüne bir düşünemeden yaşayıp geçiyoruz. 

Gitmek için can attığımız o tatile gidiyoruz belki ama orada kaldığımız yere sinen kokuyu, etraftaki kuşların cıvıltılarını, güneşin yakıcı sıcaklığının tenimizde bıraktığı izi, akşam edilen sohbetlerin tadını hatırlayamıyoruz. Bu da o tatili tecrübe etmek yerine üstünkörü yaşadığımızı gösteriyor. 

Bir şeyi gerçekten tecrübe ettiğimizin kanıtı, o şey artık bir anıya dönüştüğünde üstünden yıllar geçse bile hâlâ bazı detaylarının dün gibi hatırımızda kalmasıdır. Şu an geldiğimiz noktada bırakın tecrübe etmeyi, geçmişte yaşadığımız güzel şeyleri düşünecek vaktimiz bile olmuyor çünkü bu da boşa geçen zamandan sayılıyor. 

Ben çabanın, hayal kurmanın, bir yaşam amacına sahip olmanın, bu hayaller ve amaçlar uğruna çalışmanın çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Ama bunları yaparken sosyal medyanın oyununa gelip de "her şeyi yaşamazsam hayatımın bir anlamı olmayacak" diye düşünmemeliyiz. 

Tüm oyuncaklara sahip olamayız; bir oyuncağın kıymetli olması için bazen diğerlerinden vazgeçmemiz gerekir ve bu bizi daha az değerli yapmaz ama daha huzurlu yapacağı kesin. 

Bahsettiğim durumu daha iyi anlayabilmek için “Bal Ülkesi” adındaki belgeseli izlemenizi tavsiye ederim. Hatice’nin doğayla iç içe ve basit gibi görünen ama aslında epey zorlu olan hayatında, şehir hayatının hengamesinde kaybolup giden “tecrübe bağımlılarından” daha çok deneyime, öngörüye ve fark etme yetisine sahip olduğu kesin. 

Onun sevgi dolu, azimli ve dirayetli yapısını gördüğünüzde unutulmaya yüz tutmuş bir ruh haline ve yaşam düsturuna şahit olacaksınız.