Ama

Yavan bir tiyatro hayatımız, tuzu ve sesi kalmamış, başka başka odalarınsa ışıkları yanmış her akşam.

Önceleri böyle değildi. Her sabah gün doğardı güzelce, aydınlık vardı. İşe giden insanların yüzleri asılmaz aksine parıldardı. Sanki çok ustaca hazırlanmış bir tiyatro oyunu gibiydi hayat. Evet evet, tiyatro! Roller, metinler, kostümler. Herkes hem bir telaş hem de uyum içindeydi sanki zamanla olan yarışa rağmen.

İnsanların hepsi aslında kendi oyununu oynardı. Roller ve replikler baştan belirlenmiş gibi görünse de herkesin senaryosu her dakika daha başka şekillenirdi ve güzelleşirdi eller değdikçe. Eller hep değerdi birbirine, korurdu eller. Bazen deli ederdi ve kimse müdahale edilmesini istemezdi kendi textine, ama korurdu eller. O zaman anlamı vardı, dokunulabiliyordu hayatlara ve mahvolmazdı öyle hemen her şey tek bir hatayla. Çünkü eninde ve sonunda bulurdu, ve korurdu eller.

Her gün her saatse bir prova olurdu, insanlar cıvıl cıvıl oyunlarını sergilerdi. Tek bir repliği olan bile kalkar sabahın en erkeninde ve beklerdi sırasını saatlerce. Kimseler gocunmazdı bunu yapmaktan, bilirlerdi ki her gün ağız dolusu sayfalarca tirat okunmazdı, bazen de yanda kıyıda ve köşede beklemek lazımdı. Günler geçer gider sanırdık, meğer günler geri gelmezmiş.

Sonra akşamlar düşerdi. İşten yorgun argın dönülse de akşamların bir tuzu olurdu. Müziği olurdu akşamların. Güzel bir türkü gibi, sessiz bir ninni gibi. Arkada hep bir ezgi olurdu sanki, kimse bağırmazdı ve müzik hiç susmazdı.

Bu kadar soğuk değildi hava ya da evlerin tüm odalarında ışıklar yanmazdı. Bir arada olmak için çabalamayan, bir olan insanlar taşardı tek odasında ışık yanan evlerden. Işıklar üşütmüyordu, ışıklar sarıydı. Kahkahalı yemek tabakları, espri yapan bardaklar vardı. Güzel kokulu parfümler vardı, artık kalmadı onlardan sanırım herkes çok farklı kokuyor, herkes çok yabancı.

Aylar böyle geçerdi, o günler eninde sonunda çatardı kapıya, bas bas çalardı zilleri. Heyecan kaplardı, en güzel oyunları izlerdik hep beraber. Birlikte telaşlanırdık, hazırlanırdık sahnelerin arkasında. Bilirdik hepsi bir oyun günün sonunda ama her seferinde aynı özenle, aynı hevesle başlardık yenilerine.

Meğer hiçbirimiz fark edememişiz. En son oyunu ne zaman oynadık? Ne zaman tatlı bir su içtik esprili bardaklarımızdan ve daha da önemlisi o bardaklar nerede? Ellerimizle kapattık sahnemizi, öyle uzak çöplere atmışız ki kostümlerimizi bulmak inanın imkânsız olmuş. Hem zaten o kokmuş kostümleri nasıl giyelim ya da aynı ipliklerle aynı şeyleri nasıl dikelim? Unutmuşuz güzel bir oyuna nasıl hazırlanılır, güneşin doğduğu cıvıl cıvıl sabahlara nasıl uyanılır unutmuşuz. Hâlâ oynuyoruz bir yerlerde ancak bu seferki zorla, baskıyla. İşlerimizi sevmez olmuşuz ve kaçmışız uzun repliklerden. Herkesin isteği tek bir cümleyi tükürmek ve sahneyi koşarcasına terk etmek olmuş. İzlemez olmuşuz birbirimizin oyunlarını, vaktimizse kalmamış uzun sofralara.

Film mi? Film bu işte. Bu kadar. Geçmişte ne varsa bugün olmadığı kadar. Batmış hepsi çoktan, çıkmak gibi bir dertleri de yok.

Dokunmadım ben onlara, uyandırmadım.