Anlat İstanbul | Kader; tekrarlara, çeşitlemelere, simetriye düşkündür.
''İstanbul; masallarla doluydu, ben bu masalların ruhunu ezberledim.''
Anlat İstanbul; İstanbul'da yaşayan bir klarnetçi, bir fahişe, delirmiş bir kadın, İstanbul'a yeni gelmiş bir Kürt genci ve dahasının hayatlarını masalsılaştırarak 5 ayrı hikayeyle bize sunan; başta alakasız gibi duran bu 5 ayrı hikayenin müthiş bir kurguyla bir araya getirildiği ve her birinin de bilindik bir masalla bağdaştırıldığı; öfkenin, nefretin, aşkın ve dolayısıyla tesadüflerin yer aldığı 2005 yapımı oldukça başarılı bir film.
Senaryosu çok sevdiğim Ümit Ünal'a ait. Oyuncu kadrosunda da Altan Erkekli, Nurgül Yeşilçay, Özgü Namal ve Erkan Can gibi önemli isimler bulunuyor. Bu da yetmezmiş gibi film müziğinin besteciliğini de Gökhan Kırdar üstlenmiş. Tam bir İstanbul filmi olduğunu düşündüğüm bu film, sıradan hayatların, karakterlerin içine biraz pırıltı, biraz sihir ekleyerek insanın içinde buruk bir acı bırakan masalsılığıyla bizi İstanbul'un karanlık tarafıyla yüzleştiriyor.
Bilirsiniz ki, kader sahiden de tekrarlara, çeşitlemelere, simetriye düşkündür. O yüzden anlatacağım her hikaye için bir hikayeyi sonlandırıp diğer hikayeye geçtiğimde o hikayenin bittiğini düşünmemelisiniz. Şunu da söylemeyi unutmamalıyım ki, her hikaye İstanbul'da aynı gün, aynı gece yaşanmıştır. Bu yönüyle 91 yapımı Dünyada Bir Gece filmine de atıfta bulunabiliriz. Fakat Anlat İstanbul, hem İstanbul'da geçmesinden, hem de bize bizi, bizim insanlarımızla anlatmasından kaynaklı olacak ki benim gözbebeği filmlerimdendir.
İlk hikaye, Fareli Köyün Kavalcısı ile bağdaştırılan klarnetçi Hilmi (Altan Erkekli)'nin hikayesi. Kendisinden yaşça küçük bir kadınla evlenmiş olan ve eşine sırılsıklam aşık olan Hilmi, bir gece vakti işten eve döndüğünde eşi Şenay (Özgü Namal)'la ortalıkta sürekli ''Hilmi abi, Hilmi abi'' diye gezinen mahallenin yakışıklı fotoğrafçısı Rıfkı (Mehmet Günsür)'nın beraber olduğunu görür. Yakalandıklarını anlayan Rıfkı ve Şenay, alelacele toparlanmaya çalışırken Şenay dolaba saklanır. Rıfkı ise ''Açıklayabilirim Hilmi abi!'' der ve o sırada çok üzgün, aynı zamanda da sarhoş olan Hilmi'den çok güzel bir cevap alır: ''Aşkın meşkin izahı mı olur ulan!'' Doğru, sahiden de olmaz. Hilmi, dolabın ardından ağlayarak Şenay'a ''Ben seni sevmiştim Şenay, tüm mahalle benimle dalga geçerken bile sevdim seni ama neymiş, aşkın gözü körmüş. Demek masal aleminde yaşıyormuşum, ama masal bitti,'' der ve evdekileri döküp kırdıktan sonra evden yalnızca klarnetini alarak ayrılır.
İkinci hikayede ise Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler'e gönderme yapılır. Klarnetçi Hilmi'nin evden ayrıldığı gece, yeraltı dünyasının krallarından İhsan Bey bir meyhanede öldürülür. Bu adamın güzeller güzeli, dünyadan ve kötülüklerden habersiz masum bir kızı vardır. Bu kız, İdil (Azra Akın), Pamuk Prenses gibidir. Babasını öldürtmekle kalmayıp İdil'i de bu şehirden uzaklaştırmaya çalışan üvey annesi de (Vahide Perçin) kötü kalpli cadıyı temsil eder. İdil, babasını o kadının öldürttüğünü bilir ve hastanede ona büyük bir tepki gösterir. Bu yüzden hastane çıkışında üvey annesi, arabada seyir halindeyken birliktelik yaşadığı şoför Ramazan'a (Nejat İşler) ''Bu işi kökünden hallet, bu kız çizmeyi aştı, koynumuzda büyük tehlike,'' diyerek İdil'i de öldürmesi için talimat verir. Fakat, benim de ilk izleyişimde çok dikkat etmediğim bir ayrıntı vardır bu sahnede. Üvey anne ve şoför arabadayken aniden önlerine yüzünü göremediğimiz bir adam çıkıverir ve o adama çarparlar. Ancak ölüp ölmediğine bile bakmadan adamı oracıkta bırakıp giderler.
Sonrasında şoför Ramazan, İdil'in yanına tekrar hastaneye gider. İdil, onu gördüğünde ''Sen neredesin Ramazan abi, neredesin!'' diyerek ağlamaya başlar. Şoför, İdil'in kendisine güvendiğini bildiğinden onu ''Yorma kendini, gitmek lazım. Buralar tehlikeli,'' diyerek hastaneden götürür. Arabada ''Al, iç şunu sakinleştirir'' diyerek verdiği ilaçlı alkol sonrasında İdil'in fena halde uykusunun gelmesine ve yorgun düşmesine neden olacaktır. Issız ve pis bir mekana geldikleri zaman İdil şaşırarak ''Neden buradayız? Burada mı saklanacağız?'' diye sorar. Hâlâ tehlikenin farkında değildir. Şoför Ramazan, ''Son durağa geldik İdil, yarım saate ilaç etkisini gösterecek ve uyuyacaksın. Sen uyuyunca ufak bir iğne de ben yapacağım sana. En sonunda ebedi uyku...'' diye cevap verir. İdil, her şeyin farkına şimdi varır, ''Sen babamın sağ koluydun, beni okula sen götürürdün. O cadı sana bile büyü yapmış,'' diyerek yaşadığı hayal kırıklığını dile getirir. Ardından kaçmaya başlar. Aralarında uzun süre bir koşuşturmaca yaşanır. En sonunda İdil, saklanacak ücra bir köşe bulur. İşte şirin bir cüceyle de yolları tam burada kesişecektir. Bu cüce İdil'e kendisinden zarar gelmeyeceğini söyleyip şoför onu bulduğu sırada ona yardım edecek ve beraber kaçmaya başlayacaklardır. İdil, cüceye ''Herkes hain, ne yapacağım ben? Kime güveneceğim?'' diyerek yakınır. Sonrasında cüce, İdil'e hayat hikayesini anlatmaya başlar. Bu hikaye sırasında cüce, İstanbul'un yaşanması zor bir şehir ve insanlarının da çok acımasız olduğuna dikkat çeker. Cüce ve giderek daha fazla uykusu gelen Pamuk Prenses'in diyaloglarla dolu yolculuğu gece boyu sürecektir.
Gelgelelim üçüncü ve benim en sevdiğim hikayeye. Bu hikayede; bir fahişe olan Banu, babasının ayakkabı dükkanında çalışan genç bir adam olan Fiko, gece hayatı, pezevenkler ve en çok da aşk var. Bu hikaye, bir ayakkabıcı dükkanın radyosunda bir adamın Ahmet Haşim'in "Akşam, yine akşam, yine akşam / Göllerde bu dem bir kamış olsam’’ dizelerini okumasıyla başlar. Ardından radyodaki adam konuşmaya devam eder, ''Ahmet Haşim'in bu unutulmaz dizeleri, gözümde masal gibi bir hikaye canlandırdı şimdi. Düşünün, düşünün ki bir İstanbul dilberi, böyle bir akşam saatinde hayatının aşk fırsatını yakalamış...'' O sırada, İstanbul dilberimiz Banu (Yelda Reynaud) ayakkabıcının önünden geçerken bir ayakkabıyı beğenip denemek için heyecanla ve biraz da çekingenlikle içeri girer. Fiko (İsmail Hacığlu), Banu içeri girdiği andan beri ona olan zaafını belli etmekten kaçınmaz ve büyük numaraların depoda olduğunu belirtip getirebileceğini söyler. Banu ''Ben de geleyim sizle, numarasından çok da emin değilim,'' der. Beraber depoya gitmeye koyulurlar. O sırada radyoda en başta konuşan adam tekrar devreye girer ve şöyle söyler, ki burası da benim en sevdiğim kısımlardan biridir, ''Aşk ateştir, uzaktan insanın içini ısıtır ama dokunmaya kalkarsan yakarmış.''
Depoya geldiklerinde ayakkabıları denemesine yardımcı olan Fiko birden Banu'nun bacaklarını öpmeye başlar ve ''Hastayım sana, dükkana geldiğin ilk günden beri. Caddeden ne zaman geçsen kafayı yiyeceğim sanıyorum. Her gün aynı saatte geçiyorsun, bilerek mi yapıyorsun?'' diye sayıklar soluk soluğa. Banu heyecanlanır. Fiko, ''Anlamadım sanma, al istersen para da veririm sana. Ben kimseyle parayla beraber olmam ama param yok sanma,'' der mazlumca. Banu ise, ''Manyak, ben de sana hastayım. Dükkanın önünden niye geçiyom ben?'' diyerek hislerini itiraf eder. İçlerindeki ateş harlanır. Depoda beraber olurlar. Ardından bizim meşhur radyocu haklılığından hiçbir zaman şüphe duymayacağım şu cümleleri söyler, ''İşte aşk böyledir. Kimden geleceği, ne zaman vuracağı belli olmaz. Bazı insanlar; bazı aşkları yadırgar, garip bulur. Siz onlardan mısınız? O zaman tuhaflık sizde çünkü aşkın ülkesinde garip diye, imkansız diye bir şey yoktur...''
Banu, Fiko'ya bir başka şey daha itiraf etmek istercesine ''Benim sana bir şey söylemem gerek,'' der fakat devamını getirmez. Fiko, Banu'nun başkalarıyla da olmasına dayanamayacağını söyler ve onunla İstanbul dışına gitmek, kaçmak ister. Gece 12'de Ankara trenine binmek için Haydarpaşa'da buluşmak üzere anlaşır ve ayrılırlar. Banu'nun Fiko'yla kaçabileceğine dair hiç umudu yoktur çünkü çevresindekilerin onu bırakmayacağını düşünür. Banu, evde beraber yaşadığı diğer hayat kadınları tarafından itilip kakılır. Bunun nedeni Banu'nun, benim de dikkatsizliğimden ikinci izleyişimle fark etmiş olduğum trans bir birey olduğu gerçeğidir. Banu, eve geldiği zaman Recep'e (Şevket Çoruh) bu gece işe çıkamayacağını söyler ve Recep'ten bina koridorunda dayak yer. O sırada Recep'in sözünü dinlediği ve biraz da çekindiği Mimi adlı kapı komşuları seslerden rahatsız olup dışarı çıkınca Recep'e ''Bu kız artık benim korumam altında,'' der ve Banu'yu yanına çağırır. İşte Fiko'yla kaçmasına yardımcı olacak kişi Mimi'dir. Uzun uzun sohbetler ederler. Banu, olan biteni, aşık olduğu Fiko'yu anlatır ona. Mimi de, ona kıyafetlerini denettirip onun gece için hazırlanmasına yardımcı olur. Banu'nun yeni hayatı için Mimi de çok heveslidir. Bu yüzden Banu, Fiko'yla kendisini yolcu etmesi için Mimi'nin de gelmesini ister. Evden beraber çıkarlar. Fakat saat 12'yi geçmesine rağmen Haydarpaşa'ya ne gelen vardır ne de giden. Fiko buluşma yerine gelmemiş ve Banu'yu hayal kırıklığına uğratmıştır. Mimi ve Banu gardan çıkarlarken Recep'le karşılaşırlar, Recep Banu'nun boğazına bıçak dayar fakat Banu kendisini korumayı ve elinden kaçmayı başarır. Mimi'yle beraber kaçarken Banu'nun Fiko'nun dükkanından aldığı ayakkabısının teki ayağından çıkıverir ve geri dönmeden kaçmaya devam ederler (Bu hikayede de külkedisine gönderme yapılmış). Recep arkalarından koşup sinirle bağırır ''Mimi Bey, haberin var mı İhsan Bey Allah'ına kavuşmuş.'' Mimi'nin bu haberi almasının ardından neden üzüldüğünü merak etmeye bir süre daha devam edelim çünkü önce Fiko'nun neden gelmediğini merak ediyor olmalısınız, şahsen benim tam da bu merakla içim içimi yerken dış ses olan o meşhur radyocu ''Sahi, Fiko neden gelmemiş dersiniz? Söylediği her şey yalan mıymış? Sanmam. Fiko gelmemiş değil, gelememiştir bence,'' diyerek beni aydınlatmıştı. Evet, hatırlarsanız ikinci hikayede şoför Ramazan ve İdil'in üvey annesinin arabayla bir genç adama çarptıklarını dile getirmiştim. Tekrardan aynı sahne bu kısımda da gösteriliyor ve çarptıkları kişinin Fiko olduğunu anlıyoruz.
4. hikaye delirmiş bir kadının ve İstanbul'a ilk defa gelmiş olan bir Kürt gencinin yollarının kesiştiği, Uyuyan Güzel masalına atıf yapılan hikaye. Burada delirmiş olan Saliha'nın (Nurgül Yeşilçay) sesinden İstanbul'la ilgili şeyler duyuyoruz ve hikaye böyle başlıyor. ''Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer. Kim demişti bunu? Ayy, unuttum şimdi. Çook zaman önce dedelerimiz almış bu şehri. Hanlar, hamamlar, camiler yapmışlar. Evler yapmışlar, İstanbul bizim olmuş ama yabancılar gelmiş sonra ışığa gelen pervaneler gibi. Burada kavrulup gitmiş kimisi, kimisi bey olmuş, paşa olmuş, prens olmuş. Kimisi de şaşılacak kadar bize benzermiş...''
İş aramak için Karaköy'de bir balıkçı restoranına giren ve Türkçeyi tam olarak konuşamayan genç adam, oranın kapalı olduğunu söyleyen adama ''Ben Şehmuz abiyi arıyorsa,'' der. Yetkili ise onu mutfağa yönlendirir. Ardından, birden daha önceki hikayelerde de bahsi geçen yeraltı dünyasının krallarından İhsan Bey'in öldürüldüğü sahneye geçiyoruz. Görüyoruz ki o gün İhsan Bey ölmeden önce bir zamanlar düzenli olarak görüştüğü Mimi ile de o restorantta görüşmüş. Zamanında aralarında romantik/cinsel bir ilişkilerinin olduğunu anlıyoruz. Mimi'ye onun zor durumda olduğunu duyduğu için eski günlerin hatrına para vermeye çalışan İhsan Bey'i, Mimi ''Eski günlerin hatrına bir arayıp sorman yeterdi,'' diyerek reddeder. O sırada şoför Ramazan gelip araya girer ve İhsan'a bir şey söylemek ister. Mimi, oradan ayrılır. Aynı gün İhsan Bey'le aynı mekanda bulunan genç adamsa Şehmuz abisini bulur ve ondan iş ister. Fakat Şehmuz abisi, ''Sen bizim işimize yaramazsın. Hem burası lüks yer,'' diyerek onu reddeder ve başka bir adrese yönlendirir. Tam o an içeriden bir el ateş sesi duyulur. Mutfaktakiler telaşlanır ve genç adamı oradan hemen yollarlar. İhsan Bey, şoförü tarafından o gün o restorantta öldürülmüştür.
Genç adam, verilen adrese gitmek için tekrar yola koyulur. Fakat yolda acıktığı ve parası olmadığı için büyük bir köşkün, kapısı açık müştemilatına izinsiz girer. Yiyecek bir şeyler arar. Bulamayınca köşkün bir camını kırıp aranmaya devam eder. Bomboş ve tablolarla dolu olan köşkün yatak odasında yatan bir kadın görür. Burada da, anlayacağınız üzere, Uyuyan Güzel'e gönderme yapılmış. :) Genç adam evi dolaşırken akıl sağlığını yitirmiş olan Saliha (Nurgül Yeşilçay) uyanır ve genç adamı gördüğü zaman sessizce ''Sezai Paşa gelmiş, Sezai Paşa gelmiş!'' diyerek tekrar yukarı çıkıp hazırlanmaya başlar. Genç adamsa olan bitenden habersizdir, tek isteği yiyecek bir şeyler bulup karnını doyurmaktır. Saliha, adamın yanına gelip ''Sezai Paşam, hoş geldiniz. Açsınız sanırım ben size mükellef bir sofra hazırlarım,'' diyerek yüzünü avuçları arasına alır. Genç adam neye uğradığını şaşırır. Saliha uzunca bir süre genç adama evdeki tabloları anlatır. Karnını doyurmak isterken neye uğradığını şaşıran genç adamsa bir an önce evden kurtulup gitmek ister. En sonunda başarır da; fakat bu biraz zaman alacaktır. Bir süre geçtikten sonra abisi Saliha'nın yanına gelir. Bu köşkü almak isteyen zengin mi zengin birinin olduğunu söyler ve kardeşini ikna etmeye çalışır. Köşkü almak istediğini belirttiği kişi ise İhsan Karal'dır. Saliha köşkün satılmayacağı konusunda inat eder. Abisi sinirlenip ona fiziksel baskı uygulamaya başlar. Bir köşede saklanan genç adam Saliha'yı koruma amacıyla tekrar ortaya çıkar. Abisi adamı gördüğü zaman ''Saliha, bak Sezai Paşa'' der ve bayılır. Türkçe bilmeyen gariban adamsa Kürtçe ''Ben paşa değilim. Paşa öldü. Ben Musa'yım'' dese de anlaşılamaz. Aralarında trajikomik bir diyalog geçer anlayacağınız. Bu yüzden en son ''Tamam, paşa kaçıyorsa...'' diyerek evden ayrılmayı başarır.
Dış ses olarak Saliha konuşur yine, ''Benim biraz aklım karışık biliyor musunuz? Benim anlattığım masallara güvenmeyin ama dinleyin. İstanbul... Kimin kafası karışık değil ki!''
Vee beni en çok etkileyenlerden biri olan 5. ve son hikayeye geldik. Bu hikaye, bir anne ve onun hiç doğmamış olan kızının hikayesi. Fark ettiniz mi bilmiyorum, her hikayede ayrı bir dış ses oluyor. Bu kısımda da annesiyle beraber hapishanede büyümek zorunda kaldığını sandığım kız çocuğunun içinden geçenler dış ses olarak kullanılmış.
''İstanbul'da akşamlardan bir akşammış. Annemle ben, hapisten çıkmışız,'' cümleleriyle başlar hikaye. Anne kız hapisten çıktıktan sonra vapura binerler. Peşlerinde onları izleyen bir adam vardır. Anne bunu fark eder ama sesini çıkarmaz. Melek soluğu havalimanında alır ve memleketi Almanya'ya tek kişilik uçak bileti bakar. Minik kız çocuğu da olanları uzaktan seyreder, daha doğrusu bize öyle yansıtılır. Yolculuk saati geldiğinde anne peşine takılan adamla bağlantılı olan bir başka adamla telefonda konuşur. Biz o an neler döndüğünü anlayamasak da minik kız çocuğu o adamı tanıtır bizlere, ''Bu benim babam, Rafet. Benim dünyaya gelişime, annemin hapis yatmasına sebep olan adam ama beni tanımadı, hiç görmedi beni. Neden derseniz, anlatacağım az sonra,'' der.
Uyuşturucu kaçakçılığından hapis yatan Melek, zamanında Rafet'in suçunu üstlenmiştir. Fakat bunu hiçbir vakit ulu orta dile getirmemiştir çünkü olacaklardan ve Rafet'ten korkuyordur. Aynı zamanda bir zamanlar Rafet'le bir birliktelik yaşamış ve ondan hamile kalmıştır. Fakat Rafet, bebeği istememiş ve beraber hastaneye bebeği aldırmaya gitmişlerdir. Melek hem korkmuş hem de bebeğini kaybedeceği için üzüşmüştür. İstanbul'da hayalet bir çocuk olmanın öyküsünü de filmin sonlarına doğru şöyle dinliyoruz minik kızdan:
''Gerçekten şıp diye bitti. Benden yarım saat sonra kurtuldular. Ya da Rafet öyle sandı çünkü annem beni hiç unutmadı. Annem hep benim nasıl bir çocuk olacağımı düşündü durdu. Kız mıyım erkek miyim bilmiyordu ama beni hep küçük bir kız olarak hayal etti. Hiç büyümeyecek, hiçbir zaman zarar görmeyecek küçük bir kız. Annem Rafet yüzünden hapse girdiğinde yanında ben vardım. Benimle dertleşti, her şeyini bana anlattı. Yani ben hiç doğmamış bir çocuktum. Hayaller aleminde yaşayan bir çocuktum. Bana dur durak yoktu. Kapı kilit yoktu. Her yer bana açıktı. Dün, bugün, yarın... Annem hapiste uyurken ben İstanbul'u keşfe çıkardım. Her yerini gezdim, her yerini öğrendim. İstanbul masallarla doluydu, ben bu masalların ruhunu ezberledim. Bir vardım, bir yoktum. Hem vardım, hem yoktum. Bu yüzden her şeyi herkesten iyi anladım.''
Minik kızın konuşması sonlanır ve Melek biletiyle beraber uçağa doğru yol alır. Son bir defa arkasında baktığında hiç doğmamış olan minik kızıyla bakışırlar ve minik kız en sonunda gözden kaybolur.
Şimdiyse, son olarak hikayelerin kesişme anlarına, benim anlatmaktan en çok haz alacağım kısma gelelim. İlk hikayede aldatılmasının ardından büyük bir hayal kırıklığı yaşayan klarnetçi Hilmi, gece boyu sokaklarda yürür. Yürüdüğü sırada da ikinci hikayede bahsini geçirdiğim İdil ve şoför Ramazan'ın koşuşturmacalarının arasında kalıp onlar yüzünden kendisi için çok değerli olan klarnetini yere düşürür. Arkalarından ''Kırdınız ulaan!'' diye defalarca bağırmış ve ardından klarnetini yerden alıp ''Kıramadınız. İşte bi bunu kıramadınız. İstanbul'unuza geldik, karımı elimden aldınız. Yetmedi ikinci karımı da aldınız. Yetmedi bunu kıracaktınız. Kıramadınız, kıramazsınız. Bu benim silahım. Topum tüfeğim be! Ben bunu üfleyince ne oluyor biliyor musunuz siz? Her şey değişiyor. Her şeyi değiştiririm ben, İstanbul'unuzu da masalınızı da başınıza yıkarım,'' diyerek ''Uyanın! Yalan bunlar yalan, masal hepsi. Aşklarınız meşkleriniz, eviniz meviniz hepsi yalan. Gelin, gidelim buradan, gidelim!'' diye coşkuyla bağırmıştır. Sabah olmak üzeredir. Bankta oturan bir gence, ''Bu saatte ne işin var kardeş, senin de gidecek yerin yok, değil mi?" diye sorar. O genç, dördüncü hikayede bahsini geçirdiğim İstanbul'a iş bulma umuduyla gelen gençtir. Yalnızca o genç değil, Banu ve Mimi, İdil ve cüce de oradadır, orada sabahlamıştır. ''Gel abicim gidelim,'' der Hilmi genç adama. ''Şimdi Hilmi abin bunu bir çalacak herkesin gözü açılacak, herkesin gözü önündeki sis perdesi kalkacak. Yalanlar ortaya çıkacak, herkes çok daha mutlu olacak. Uyanın millet, burası bize göre değil.. Kadınların başka, dostlukların başka olduğu bir yere gidelim. Daha iyi bir yer... Sen tek başına kal, bomboş kal İstanbul, götürüyorum herkesi!'' diye avaz avaz Galata Köprüsünde bağırmaya devam eder ve o büyülü klarnetini çalmaya başlar. Hayal kırıklığına uğramış, kötülüklerden kaçmaya çalışmış, istediğini bulamamış tüm karakterlerimiz, masal kahramanlarımız da diyebiliriz, :) Hilmi'nin klarnetiyle uykularından uyanıp onu dinlemeye ve peşinden gitmeye koyulurlar. Filmin sonunda Hilmi'nin klarneti eşliğinde her şeye rağmen güzel olan İstanbul'un çeşitli yerlerinden sabah görüntüleri gösterilir bizlere.
İnsanın içinde sade bir acı bıraktığını düşündüğüm Anlat İstanbul, her izlediğimde bildiğim şeyleri tekrarlatıyor bana: ''Ne çok hikaye var İstanbul'da. Ne çok dert tasa. Ne çok sevinç ve ne kadar çok teğet geçiyoruz burada; hikayelere, dertlere, tasalara, sevinçlere. Fark etmeden de olsa...''