Fransız Postası, Wes Anderson ve Nostalji
Dev oyuncu kadrosuyla Anderson'ın beklenen yapımı Fransız Postası, ünlü yönetmenin filmlerinde alışık olduğumuz nostaljiyi geri getiriyor.
Wes Anderson’ın filmlerini ilk bakışta anlamak zor. Bir anda ekrana dâhil olan bir sürü karakter, karmaşık ve çok katmanlı olay örgüsü, yönetmenin monoton diyaloglara olan sevgisi… Çoğu zaman ilk yarının ortalarına doğru yaşadığınız bir “aha” anıyla kafanızdaki karışıklığa son verip filmden tam anlamıyla zevk almaya başlayabiliyorsunuz. Ancak her seferinde sonuç aynı! Bütün kafa karışıklığına rağmen ilk filmini izlediğiniz andan itibaren takıntılarıyla ünlü bu “eksantrik” yönetmenin sanatına aşık olmamak işten bile değil.
Pastel renk paletleri, simetrik kompozisyonları ve tabii Bill Murray dışında Wes Anderson filmlerinin bir diğer vazgeçilmezi ise nostalji. Onun filmlerini izlediğinizde hissettiğiniz şey belki de hiç görmediğiniz bir zamana özlem. Kendi nostaljisini izleyiciye öylesine aktarabilmeyi başaran bir hikâye anlatıcısı Anderson.
Anderson’ın son filmi Fransız Postası da işte böyle bir nostaljinin ürünü. 20.yüzyılda Kansas merkezli bir gazetenin son sayısında yer alan üç makale üzerine kurulmuş ünlü yönetmenin bu merakla beklenen son projesi. Üç hikâye de gazetenin yurtdışı bürosunun yer aldığı hayali bir Fransız kasabasında geçiyor. Wes Anderson’ın gazetecilere bir aşk mektubu olarak gördüğü film, The New Yorker ve onun gerçek hayattaki yazarlarından ilham alınarak yaratılmış. "Fransız filmi yapmak istiyordum ve aklıma bir New Yorker filmi yapma fikri geldi," diye açıklıyor Anderson.
Gazetenin kurucusu Arthur Howitzer Jr. (Bill Murray), The New Yorker’ın efsanevi kurucu editörü Harold Ross temel alınarak yaratılırken, ikinci makalenin yazarı Lucinda Krementz (Frances McDormand), 1968 hakkında The New Yorker’da günlük şeklinde yazılar yazan Mavis Gallant’ı andırıyor.
Filmin ben de dâhil pek çok kişi için en can alıcı kısmı olan son bölüm ise bir yemek eleştirisi olarak başlayıp karmaşık bir polis kovalamacasına dönüşen olayları ele alıyor. Bu makalenin yazarı Roebuck Wright (Jeffrey Wright) ise karşı konulamaz biçimde benim de en sevdiğim yazar ve hayatta en çok etkilendiğim insanlardan birisi olan James Baldwin’i akla getiriyor.
Kansas’da kurulan hikâyesi ile Fransız Postası, aslında The New Yorker’ın Manhattan’lı estetiğinden çok uzak gibi gelse de, gerçekte Wes Anderson’ın Houston’da büyüyen bir çocuk olarak ünlü gazeteyle tanışıp içindeki yazılarla büyülendiği zamanlara göz kırpan bir yapım. İşte Wes Anderson’ın iliklerimize kadar hissettiğimiz nostaljisi de bu şekilde sahneye dâhil oluyor.
Wes Anderson’ın filmlerinde hissettiğimiz nostaljinin kaynağı çoğu zaman çok belli değil aslında. Pek çok filminde bu güne ait olmadığını bildiğimiz hikâyelerin tam olarak ne zaman geçtiğini bilmiyoruz. Tek bildiğimiz, yoğun mise-en-scène kullanımıyla bir dünya yaratmakta ustalaşan bu kendine has yönetmenin her seferinde bizi bambaşka bir zamana götürdüğü.
Fransız Postası sadece basılı gazeteler okuyup içlerindeki hikâyelerden büyülenebildiğimiz bir zamana aşk mektubu değil, aynı zamanda Fransız Yeni Dalgası'na da göz kırpan, bu haliyle de yer yer tanıdık hissettiren bir yapım.
Ancak bu filmin belki de bize en çok geçirdiği his bir gazetenin sayfalarını çevirmek ve orada kaybolmak. Fransız Postası bende bütün dertlerden ve karmaşadan uzak, dikkatim dağılmadan bir kitaba ya da dergiye dalabildiğim, bir süreliğine hayatımdan kopup yazarın beni davet ettiği dünyaya kendimi tamamıyla kaptırabildiğim günlerin hissini tekrar yarattı.
Wes Anderson’ın Fransız Postası, hiç bilmediğimiz ufak bir Fransız kasabasını, orada olup bitenleri, yiyecekleri, kokuları ve insanları ancak usta bir yazarın kelimeleriyle, yazıya kattığı anekdotlar ve yorumlar sayesinde tanıyabildiğimiz, Youtube videoları ve Instagram fotoğraflarıyla dolu dünyamızda bize oldukça uzak gelen bir zamanı anımsatıyor.
Fransız Postası, eksikleriyle veya fazlalıklarıyla, bir Wes Anderson filmini izlerken hissetmeye alışık olduğumuz nostaljiyi tekrar bizimle buluşturuyor. Bilmiyorum, belki de işlediği konu itibariyle bende olması gerekenden daha çok olumlu duyguya yol açmıştır. Açıkçası film hakkında okuma yaparken gördüğüm olumsuz yorumlara biraz şaşırmıştım. Yine de bu filmi görmeniz ve özellikle gündemimiz bu kadar karmaşık ve olumsuzken birkaç saatliğine Ennui-sur-Blasé’de kaybolmanız gerektiğine inanıyorum.