Bitkisel Bir Söyleşi / 10. Bölüm

Likenlere, mantarlar ile su yosunlarının (algler) “aşkından” türemiş canlılar diyebiliriz.


Geçen bölümde hazır mantarlardan söz etmişken, bu kez de kayaların ve ağaçların üzerinde, bazen de taş duvarların çatlak ve oyukları içinde soyut bir tabloyu andıran rengarenk lekeler halinde görmeye alıştığımız likenlerden söz etmeye ne dersiniz? Likenler görünüm olarak bitkiye bezeseler de onlar da tıpkı mantarlar gibi bitki değillerdir. Hatta başlı başına bir canlı türü oldukları da söylenemez(!). Likenlere, mantarlar ile su yosunlarının (algler) “aşkından” türemiş canlılar diyebiliriz. Romantik bir bakış açısıyla bu ortaklık uzun ömürlü ve mutlu bir evliliğe benziyor çünkü evlilik dediğimiz şey de aşağı yukarı böyle bir şey değil mi? Birbirinden çok farklı iki canlının hayatta kalabilmek için birbirlerine tutunmayı ve yardımcı olmayı seçtiği ortak bir yaşam biçimi bu. Çünkü likenler genellikle başka hiçbir canlının yaşayamayacağı kadar soğuk veya sert iklimlerde, dağ yamaçlarında, çöllerde, deniz kıyılarında, balta girmemiş sık ormanlarda veya kar ve buzlarla kaplı tundralarda karşımıza çıkabilirler. Likenlerin yeryüzünün yüzde 6’sını kapladıkları tahmin ediliyor. Bu coğrafyaların zorlu koşullarıyla tek başına mücadele etmek yerine bu iki canlının milyonlarca yıl önce iş birliğine gitmiş olmaları oldukça ilginçtir.

Likenin yapısına bakıldığında, onu oluşturan kısımlardan mantar, likenin ortasında yer alan algleri koruyan bir katman işlevi görür. Öte yandan alg ise içerdiği klorofille fotosentez yaparak hem kendisi hem de mantar için besin üretir. Likenler, bitkiler üzerinde yaşarken bile fotosentez yapmayı sürdürürler, diğer parazit canlılar gibi bitki özsuyundan beslenmezler. İklimsel şartlara göre zaman zaman kuruyup bünyelerindeki bütün suyu kaybedebilirler ve bu aşamada da fotosentezi durdururlar fakat tekrar suya eriştiklerinde adeta yeniden hayata dönerler. Likenler aynı zamanda birçok kuş ve hayvan türü için de zorlu koşullarda hayatta kalabilmelerini sağlayan bir besin görevi de görürler. Örneğin Ren geyikleri, yaşadıkları tundralarda çeşitli ağaç ve çalıların yapraklarının yanı sıra yosun ve ren geyiği likenlerini (Cladonia rangiferina) de yiyorlar. Likenlerin bazı türleri (özellikle Lecanora esculenta) özellikle kıtlık durumlarında bazı işlemlerden geçirildikten sonra insanlar tarafından da yenebilmektedir.

Likenler, içerdikleri mantar ve alg türüne göre dallı, yapraksı, pullu ya da kabuksu gibi pek çok görünüme sahip olabilirler. Yaklaşık 20 bin türü bulunan likenler günümüzde olduğu gibi kozmetik (güneşten koruyucu losyon ve kremler, parfüm ve deodorantlar vb.) ve ilaç endüstrisinde (antibiyotik ve yeni nesil kanser ilaçları vb.) kullanılmadan önce tarihte besin ve kumaş boyası olarak da kullanılmıştır. Likenin boya pigmentlerini içeren kısmı da genellikle içerdiği algden kaynaklanır. Likenleri kullanarak pek çok farklı renk tonu elde edilebilir. Hatta İskoçlar tarih boyunca ekose desenli kumaştan hazırladıkları eteklerini (kilt) likenlerden elde ettikleri kumaş boyalarıyla renklendirmişlerdir. Asit-baz derecesinin ölçümünde kullanılan Turnusol kağıdı da Rosella tinctoria gibi likenler kullanılarak elde edilmiştir. Antik Mısır’da mumyalama işlemi sırasında da hoş kokulu bazı liken türlerinin (Pseudevernia Furfuracea ) kullanıldığı belirlenmiştir.

Şehirleşmiş bir bölgede hala likenlere rastlayabiliyorsanız bu bölgenin havasının nispeten daha temiz olduğunu düşünebilirsiniz. Çünkü likenler “hava kirliliğinin görülmediği” yerlerde yaşamayı tercih ederler. Diğer yandan bizim için zehirli olabilecek ortamlarda, örneğin madenlerden çıkarılan cüruf yığınları üzerinde de yaşayabiliyorlar. Uzayda yapılan bazı deneyler sırasında likenlerin ultraviyole ışınlarına ve radyoaktiviteye maruz kaldıkları halde canlı kalarak fotosentez yapmayı sürdürdükleri de tespit edilmiş. Kim bilir belki gelecekte Mars’ı daha yaşanabilir bir yer haline getirmek için toprak oluşumuna katkı sağlayan likenleri kullanabiliriz. Likenler çok uzun ömüre ve sabit bir büyüme hızına sahip oldukları için arkeolojik bulguların ne kadar eski olduğunu belirlemekte de kullanılıyorlar. Aynı zamanda bir ortamın zehirli ya da radyoaktif kimyasalları içerip içermediği de bu maddelere hassas olan belli liken türleri aracılığıyla belirlenebiliyor.

İngilizlerin bitkilere ilgi duymaya başlayıp, botaniği “çok moda” bir hobi haline getirdikleri Viktorya Dönemi’nde yaşamış, kendisini bir çocuk kitapları yazarı olarak (kendisi ünlü karakter Tavşan Peter’ın yaratıcısıdır) tanıdığımız Beatrix Potter, aynı zamanda çizimleriyle mantarbilim adına önemli katkılar sağlamış bir doğa bilimcidir. Önceleri astronomi dışında pek çok farklı bilim dalına ilgi duyan Potter’ın mantarlara karşı olan ve giderek de artan ilgisi 1890’lı yıllarda onları resmetmesiyle başlamış.

Potter’ın yaşadığı dönemin “cinsiyet ayrımcı” bilim çevrelerine rağmen araştırmalarına devam ederek likenlerin aslında alg ve mantarların birleşiminden meydana gelmiş olduğunu keşfetmesi takdir edilmesi gereken bir azim örneğidir. Potter sırf bir kadın olduğu için yazdığı makaleler zamanın bilim çevrelerince dikkate alınmazken, bugün gerçeğine sadık olarak yaptığı ustalıklı çizimler halen mantar bilimciler tarafından türlerin teşhisinde kullanılabiliyor. Diğer yandan sanatçının yaşamı boyunca satın alarak doğal koruma alanı haline getirdiği çiftlik arazileri günümüzde doğal park niteliği taşımaktadır.