Bitkisel Bir Söyleşi / 11. Bölüm
Sevgili bitki dostları, bu yazımda Avustralya'da ki yangınları ve uzun ömürlü bitki dostlarımızı inceledim. Keyifli okumalar.
Sevgili bitki dostları ben yılın bu ilk yazısını kaleme alırken, Avustralya’daki orman yangınları, geçtiğimiz yıl Eylül ayında başlayarak günümüze dek 6 eyalette etkili olmaya devam ediyor. Yangınların şu ana kadarki bilançosu da oldukça ağır, ülke genelinde yaklaşık 11 milyon hektarlık (110 bin kilometre karelik) orman alanının yanı sıra üzerinde yaşayan 1 milyarın üzerinde orman canlısı da yanarak küle döndü. Alevler 2 bin 500’ün üzerinde evi yutarken, Avustralya Sigorta konseyi, oluşan hasarın 700 milyon Avustralya doları (yaklaşık 3 milyar TL) civarında olduğunu tahmin ediyor. Öte yandan 3’ü itfaiyeci olmak üzere 25 insan hayatı da yitirildi. İnsan yaşamı şüphesiz ki çok kıymetli fakat insanların verdiği kayıplarla ormanların asıl sakinlerinin verdiği kayıpları karşılaştırmak bile anlamsız kalıyor. İnsanlar gibi yangından kaçma ya da kurtarılma şansı olmayan 1 milyarın üzerinde olan canlının içinde ne yazık ki bir daha yeryüzünde ya da doğal ortamlarında asla göremeyeceğimiz, tamamen yok olan, belki de insandan çok daha uzun süredir bu kıtada varlığını sürdürmekte olan hayvan, bitki ve böcek türleri de bulunuyor.
Peki neden Avustralya kıtası birdenbire böylesi bir ateş topuna dönüştü? Aslında bu yangınlar Avustralya var olduğundan bu yana görülmekteydi, doğal nedenlerden ötürü (kuraklık, yıldırım düşmesi, şiddetli rüzgar, canlı yaşamı vb.) ortaya çıkan orman yangınları hayli üzücü sonuçlarını bir kenara koyarsak ormanların doğal döngüleri arasında yer alıyor fakat tabi ki bu son görülen yangınların “doğal olmaktan bir hayli uzak olduğu” da bir gerçek. Kimileri hala küresel iklim değişikliğinin var olup olmadığını tartışadursun(!), Avustralya’da bu yaz mevsiminde (bildiğiniz üzere şu anda güney yarımkürede yaz mevsimi yaşanıyor) görülen aşırı kuraklığın aslen yangınların süresini ve şiddetini korkunç boyutlara taşıdığı düşünülüyor. Bu ölçekte bir yangının tetiklediği kimi “olağandışı” doğa olayları da var: örneğin büyük orman yangınları, oluşturdukları sıcaklığın etkisiyle, etrafa tutuşmuş dal ve kütük parçalarını fırlatıp yangını daha da büyüten “alev kasırgaları” da yaratabiliyor ve yaşanan felaket bu durumda durdurulması çok daha zor bir hal alıyor. Dileğim yangınların bir an önce son bulması ve çok daha fazla insan ve canlının zarar görmemesi.
Hem bitki örtüsü hem de buna bağlı olarak canlı yaşamı konularında hızlı bir yok oluş sürecine girdiği artık şüphe götürmeyen gezegenimizde “ilk kara bitkileri” bundan tam 430 milyon yıl önce Silüryen döneminde ortaya çıktı. Yaşamın bu gezegende yaklaşık 3,5 milyar yıl önce başladığını, insanın ilkel atalarının ise 15 milyon yıl önce ortaya çıktığını, günümüzde yeryüzünde yaşayan insan türünün ise sadece 2,5 milyon yıldır var olduğunu da aklımızın bir köşesinde tutarsak, bugün karalarda yaşayan bitkilerin bizden çok önce ortaya çıktıklarını ve oldukça uzunca bir süredir de burada olduklarını anlayabiliriz. Fosilleşmiş örneklerine bakılarak 270 milyon yıl öncesinde Permiyen döneminde yaşadığı bilinen ve bugün hala yaşamaya devam eden bir ağaç türü vardır ki “dünyanın en yaşlı ağaç türü” ve “yaşayan fosil” ünvanını bugün bile koruyor. Gingko (Gingko biloba) ya da Mabet ağacı, bugün hala yaşayan sagu palmiyeleri (Cycas), eğrelti otları (Pteridophyta), at kuyrukları (Equisetaceae), günümüzde karalarda yaşayan ve en yaygın görülen çiçekli ve kapalı tohumlu pek çok bitkinin (65 milyon yıl önce) ortaya çıkmasından çok daha önce buradaydı. Gingko biloba ve tüm bu bitkiler gezegenimizin yaşamsal mirasının önemli parçaları olarak en az insanlar kadar korunmayı hak ediyor.
Şimdi kendinize şu soruyu sorun: Duymadığınız, bilmediğiniz ya da tanımadığınız bir şeye ne ölçüde değer verip koruyabilirsiniz? Bitkisel söyleşilerimizin ikinci yazısında bahsettiğim “ülkemizin en yaşlı ağacı”, Konya’nın Balcılar kasabasında 2300 yıldır ayakta duran bir anıt ağaç olan Katran ardıcını (Juniperus oxycedrus) eğer korumayı başarabilirsek belki bu kadar daha yaşatabileceğimizi öğrenmemiz gerekiyor bitki dostları. Dünyanın en uzun boylu ağaçları olan dev Sekoyaların (Sequoiadendron giganteum) bile 3 bin yıl kadar yaşayabildiğini, Katran ardıcının ise yalnızca Trakya ve Anadolu’ya özgü bir bitki türü olduğunu bilmemiz gerekiyor ki sahip olduğumuz bu değere sahip çıkabilelim. Etrafını bir çitle çevirmekle işimiz bitmiyor, aksine onu öylesine tanıtmalı ve sevdirmeliyiz ki çitlere dahi gerek kalmasın. Bunu yapmaya mümkün olan en erken yaştan itibaren başlanması gerekiyor. Ülkemizden bir diğer örnek vermek gerekirse: Avrupa’da yaygın görülen porsuk ağacının (Taxus baccata) en yaşlı bireyleri Zonguldak yakınlarındaki Karadeniz ormanlarını süslüyor. Ya da tüm dünyada Lübnan Sediri (Cedrus libani) olarak bilinen Katran ağaçlarının “en yaşlısı” Antalya’nın Elmalı ilçesinde yıllara meydan okuyor. Tüm bu yaşlı ve çok değerli örneklerin dışında bir de sadece bizim topraklarımıza özgü 3 bin kadar “endemik” bitkiye sahibiz. Ve bu bitkiler de tıpkı yukarıda sözü edilen eşsiz örnekler gibi yangın, erozyon, şehirleşme ile ortaya çıkan orman tahribatı gibi doğal ve doğal olmayan tehlikelerle karşı karşıya. Sizinle bu söyleşileri yapmamın en temel nedeni de sizi bu konularda bilgilendirebilmek, eğer yapabilirsem onları merak etmenizi sağlamak.
Gelelim dünyanın en yaşlı “anıt ağacı”na. Dünyanın “en uzun yaşayan ağacı” listesinin ilk sırasında, Amerika Birleşik Devletleri’nin Nevada eyaletindeki 5 bin yaşının üzerinde olduğu belirlenmiş Bristilecone çamı (Pinus longaeva) yer alıyor. Fakat bu çamın başına gelen en kötü şey, 1964 yılında henüz yeni mezun bir öğrenciyken Küçük Buzul Çağı’nın (14. ve 19. yüzyıllar arasında geçen dönem) iklimsel etkilerini belirlemek için onu kesen coğrafya profesörü Donald Rusk Currey olmuş. Diğer bir deyişle “Prometheus” adı verilen zavallı ağaç 5 bin yıl boyunca hayatta kalabildikten sonra ölümü “insan” denilen canlının elinden olmuş. Bugün Bristlecone çamlarının en yaşlı üyesi “Methuselah” Kaliforniya Beyaz dağlarında yer alıyor ve Prometheus’tan yaklaşık bir yüzyıl kadar genç olduğu bilinen bu örnek bugün dünyanın en yaşlı “yaşayan” ağacı olarak biliniyor. Yılda sadece 2,5 cm. büyüyor ve dış görüntüsü ölü bir ağacı andırıyor olsa da kendisi adeta bir ölümsüz. Genetik bilimciler ölümsüzlüğün sırrının bu ağacın genlerinde saklı olabileceğini düşünüyorlar. Bu arada başına bir şey gelmemesi için konumunun devlet sırrı olarak saklandığını da belirtelim. Dünyanın en uzun yaşayan ağaçları arasında daha çok çamgiller (Pinaceae) bulunuyor. Öte yandan, son yıllarda Norveç’te keşfedilen bir Norveç ladininin (Picea abies) 9500 yaşının üzerinde olduğu ve dünyanın en yaşlı ağacı olabileceği de tahmin ediliyor ama az yukarıda sözü edilen liste “kesinleşmiş” rakamlara dayanıyor. Belki çok daha yaşlı örnekler de var ama böyle giderse biz onları keşfetmeden iklim değişikliği nedeniyle yok olacaklar.
Meyve ağaçları arasında en yaşlı örneklere sahip olanlar ise zeytin ağaçlarıdır. Zeytin ağacının (Olea europaea) 3-4 bin yıllık en yaşlı üyelerine Portekiz, İspanya, İtalya ve Lübnan’da rastlanıyor. Bu yaşlı ağaçlar anıt ağaç statüsünde olmasına rağmen kimi zaman astronomik meblağlarla el değiştirebiliyor. Fakat ne yazık ki yerinden yurdundan koparılan bu ağaçların pek çoğunun götürüldükleri yerlerde 15 yıl içine öldükleri biliniyor. Sırf gösteriş ya da prestij uğruna insan eliyle yok ediliyorlar. Yaşlı zeytin ağaçlarının ne kadar yüksek fiyatlara alıcı bulabileceğini merak ediyorsanız size birkaç yıl önce okuduğum Alex Dingwall-Main’in “Melek Ağacı” kitabını öneririm. Gerçekten bir hikayeye dayalı bu kitapta bir peyzaj mimarı olan Main, çok zengin bir müşterisine dünyanın en yaşlı zeytin ağacını bulmak için yollara düşüyor, sonrası mı? Belki merak eder okursunuz :) Ayrıca bu konuda İspanyol yönetmen Iciar Bollain’in 2016 yapımı “El Olivo” (Zeytin) filmini mutlaka izlemenizi tavsiye ederim. Filmde, kendisinden habersiz satılan yaşlı bir zeytin ağacı yüzünden hayata küsen dedesinin ağacını geri almaya çalışan cesur ve güzel yürekli Alma’nın hikayesini ailecek izleyebilirsiniz.
Ağaçlar kadar olmasa da binlerce yıl yaşamış çalı türünde bitkiler de var. Bunlara bir örnek olarak Gülgilleri (Rosaceae) verebiliriz. Dünyadaki en yaşlı gül bitkisinin Almanya’da Hildesheim katedralinin duvarını kaplayan ve “1000 Yaşındaki Gül” adı verilen bir kuşburnu bitkisi (Rosa canina) olduğu sanılıyor. Bu yaşlı bitki katedralin duvarını boydan boya sararak 10 metrelik, kendi türü için rekor sayılabilecek bir boya ulaşmayı başarmış. Bilim adamları onun 1000 yaşında olmasa da en azından 700 yıllık olduğunda hemfikirler. Bitkinin hikayesi de ilginç: Frankların kralı Dindar Louis (ya da Ludwig) ava giderken dua etmek için yanına aldığı içinde kutsal emanetlerin olduğu bir kutuyu bir kuşburnu dalına asar ve orada unutur. Kutunun kaybolduğu anlaşıldığında askerlerini gönderip onu almalarını emreder fakat kuşburnu kutuyu vermek istemez(!) Nasıl mı? Kuşburnunun dikenli dalları kutuyu öyle bir sarmıştır ki askerler ne yaparlarsa yapsınlar ona ulaşamazlar. Bu durumda mutlaka bir keramet olduğuna inanan kral ise bu bitkinin olduğu yere bir katedral yaptırmayı uygun bulur böylece. Katedral 2. Dünya Savaşı’nda tamamen yıkıldığında bu gül de fazlasıyla zarar görmüş ama kalan köklerinden yeniden yaşama dönmeyi başarmış.
Yaşama yeniden dönmek deyince aklıma Rus bilim insanlarının Kolyma nehrinin kıyısına gömülü olarak keşfettikleri 32 bin yıllık tohumlardan yeniden üretmeyi başardığı bir Sibirya çiçekli bitkisi olan “Silene stenophylla” geldi. Paleobotnikçiler, permafrost içinde tamamen korunmuş ve 38 metre derinlikte mamut, bizon ve tüylü gergedan kemikleri arasında buldukları bu tohumları gelişmiş doku kültürü yöntemleri sayesinde çimlendirmeyi, onu çiçeklendirerek tohum elde etmeyi bile başarmışlar. Yüzyıllar önce ortadan kalkmış, hiçbir insanın daha önce görmediği bir çiçek türünü yeniden görebilmenin heyecanını bir düşünün. Buzulların giderek erimesiyle ortaya çıkabilecek başka örneklerin de keşfedilmesi, şüphesiz bitki evrimini anlayabilmemiz için çok daha önemli kanıtlar sunacak. Ayrıca kaybolan türlerin ortaya çıkarılması günümüzde gen çeşitliğinin zenginleştirilmesi açısından da önem taşıyor. Norveç’te yer alan “Kıyamet Dehlizi” adı verilen, dondurulmuş bitki tohumlarının saklandığı tohum bankası da bu zenginliğin korunması için atılmış bir başka adım.
Botanik dünyası ortaya çıkan yeni fosil kayıtlarıyla kendini yenileyip geliştirdikçe bitkiler hakkında öğrendiklerimiz de değişiyor. Örneğin, paleobotanikçiler çiçekli bitkilerin ilk örneklerinin karalarda ortaya çıktığına inanıyordu ta ki İspanya’da suda yaşayan bir bitki olan Montsechia’nın 130 milyon yıllık fosillerine rastlayana dek. Montsechia’nın tıpkı günümüzde hala var olan bazı çiçekli su bitkileri gibi tohumlarını sudaki akıntılarla uzaklara taşıdığı düşünülüyor. Nesli yüzyıllar önce tükenmiş bir bitki olan ve dünyanın bilinen “ilk çiçekli bitkisi”nin günümüzde yaşayan en yakın akrabası ise tüm dünya göllerinde ve bataklıklarında görülebilen suda yaşayan bir çiçekli bitki türü olan Tilkikuyruğudur (Ceratophyllum) ve tilkikuyrukları tıpkı karada yaşayan atkuyruklarına benziyorlar. Bugün hala sularda yaşayan “en eski bitki türü”nün ise Hindistan yarım adasındaki fosil kayıtlarına göre bundan 1,6 milyar yıl önce sığ okyanuslarda yaşamış ve bugün Baltık Denizi’nde yaşayan örnekleri bulunan Kızıl yosun olduğu söyleniyor. Su bitkileri arasında “yaşayan fosil” ünvanını taşıyan kızıl yosundan günümüzde jelatin ve sushi’lerin sarıldığı nori adı verilen yapraklar üretiliyor. Bilim insanlarının gen haritasını çıkarmak için çalışmalarına devam ettiği, kapalı tohumlu bitkilerin en ilkel örneklerinden olan Yeni Kaledonya’da oldukça küçük bir popülasyona sahip “Amborella trichopoda” ise karada yaşayan bitkiler arasında “ilk çiçekli bitki” olarak tanınıyor.
Bugün yaşayan 11 bin üyesiyle kocaman bir aile olan ve her ormanda kolaylıkla rastlayabileceğiniz eğreltiotları (Pteridophyta), bugün yaşayan en eski ve dünya üzerinde en yaygın görülen bitki türleridir. 70 milyon yıl öncesinde Kretas dönemine ait fosilleri bulunan, dinozorlarla bir arada yaşamış bazı eğrelti türlerinin morfolojik olarak hiçbir değişim göstermeden bugüne dek ulaştığı görülüyor. Bugün artık yaşamayan, bir çalı değil de ağaç olan ve bir zamanlar atmosfere saldıkları oksijenle karalarda ilk canlı türlerinin ortaya çıkmasını sağlayan türlerinin fosil kayıtları ise çok daha eskilere uzanıyor. Tıpkı eğreltiotları gibi bugün hala yeryüzünde var olmaya devam eden ve onları koruyabildiğimiz sürece yaşamaya devam edecek, artık kaybolmuş bir geçmişin izlerini üzerlerinde taşıyan daha pek çok bitki var. Artık her yerde süs bitkisi olarak görmeye alıştığımız gingko (Gingko biloba) ve manolya (Magnoliaceae) ağaçları, sagu palmiyeleri (Cycas revoluta), Calycanthus (Calycanthus occidentalis) ve Elegia (Elegia capensis), tropikal bahçeleri süsleyen geyik boynuzu eğreltileri (Platycerium bifurcatum) ve tavşan ayağı eğreltileri (Davallia solida), enginarı andıran dev çiçekleri olan bitkiler Protea (Protea cynaroides), sofralarımızdan eksik olmayan Karabiber (Piper nigrum), ilk defa Hatay’da yakından gördüğüm Lohusaotları (Aristolochia), 1941’de Çin’de yeniden birkaç yaşayan örneği keşfedilene kadar sadece bir fosil olduğuna inanılan Metasekoya çamı (Metasequoia glyptostroboides) ve fosilleri bulunduktan sonra türünün tükendiğine inanılırken 1994’te yeniden Avustralya’da keşfedilen ve belki de son yangınlarda doğadaki örnekleri yok olmuş olan Wollemi çamı (Wollemia nobilis). İşte bunlar eğer bugün var olmasalardı belki de eksikliğini hissetmeyeceğimiz, hayatımızı borçlu olduğumuz halde sevip sevmediğimize bile emin olamayacak kadar tanımadığımız(?) onlarca canlıdan sadece birkaçı. Uzun bir yazı oldu ama dilerim sıkılmadan okursunuz.