Depremzede Olmak: Deprem Gecesi

Bir dakikadan kısaymış hayatımız.

Türkiye'nin 11 ilini vuran 6 Şubat depremleri milyonlarca insanın canını yaktı. Üzerinden 9 ay geçmiş olan bu yıkıcı depremler, onlardan etkilenen insanların miladı olmuş durumda. "Şahsi Meselemiz" adında, deprem günlerinde yaşananları anlatmak amacıyla çekilecek olan filmin duyurulmuş olması ve filmin aldığı tepkiler tazeyken, bir depremzede olarak içimdeki fırtınaları yazıya dökmek istedim.

Deprem akşamından başlamak istiyorum. Komşularımızla güzel bir akşam yemeği yemiştik ve önümüzdeki hafta için plan yapmıştık. Depremin bizden alacağını bilmediğimiz dostlarımızla beraber güzel bir yemek yiyecektik o perşembe akşamı.

Gece uyumadan önce ertesi günkü dersim için materyal hazırlayıp masama koymuştum. Pazartesi günü çalışmak çok büyümüştü gözümde. Hava çok soğuktu, ara ara kar serpiştiriyordu. Ertesi sabah sıcak yatağımdan çıkmak çok zor gelecekti, biliyordum. Ancak tahminimden çok ani, çok da erken ayrıldım yatağımdan.

Antakya şehir merkezinde değil de dağda bulunan, ahşap çatılı müstakil evimizde orta şiddette ama durmayan bir sarsıntı uyandırdı bizi. Biri yatağımı sallıyor gibiydi. Şiddetli değildi, korkmamıştım. Duracaktı, biliyordum. Yatağımdan kalkmadan durmasını bekledim.

Durmadı.

Duracak dedim, ancak durmadı.

Annem seslendi ardından, aşağı inin diye. Yatağımdan kalkıp merdivene yöneldim, sonra durdum. Bir şey olmayacaktı, biliyordum ama telefonumu almak için yatağıma döndüm. Karanlıkta ellerimi yatağımda gezdirerek telefonumu buldum. Gözlüğümü almamıştım, zaten uyumaya devam edecektim.

Saate baktım, 04.17, aşağı indim. Kardeşimle montlarımızı giydik. Artık korkuyorduk çünkü durmamıştı. Durmuyordu! Neden durmuyordu bu sarsıntı? İlk defa deprem olmuyordu burada. Sık sık olurdu zaten. Çok deprem yaşadık biz. Ama durmuyordu bu sefer!

Annem kapıya yöneldi, kapı sıkışmıştı. Dışarı baktım. Annem kapıyı açtığı an yalnızca camlardan oluşan kış bahçesine çıkacaktı. Tehlikeyi fark ettiğim an annemi tüm gücümle çektim kapının kolundan. Tam da bu anda yer ayağımızdan kaymaya başlamıştı. Kardeşim ve annemin üstüne kapanırken tüm gücümle bağırdığımı hatırlıyorum ancak sesimi duyamıyordum. O kadar ses vardı ki, üzerinden dokuz ay geçmiş olmasına rağmen hâlâ kulaklarımda duruyor o uğultu.

Böylesine büyük şiddetli sarsıntı nasıl tarif edilebilir bilmiyorum. Sanki, bir çocuk, evimizi eline almış ve sallıyor, bir eliyle atıp diğer eliyle tutuyordu. Korkunçtu.

Gözlerimizi kapatıp bitmesini bekledik. Yapabileceğimiz başka bir şey yoktu. Sonunda yavaşladığında ne yaptığımı hatırlamıyorum. Kapıyı nasıl açtık, nasıl çıktık bilmiyorum. Tek hatırladığım, çıkar çıkmaz kendimi cam parçalarından uzak bir yere atıp titreyen ellerimle sevdiklerime ulaşmaya çalıştığımdı. Bu sırada tekrardan deprem oluyordu ancak o kadar titriyordum ki fark edemiyordum.

Yazımın başında da belirttiğim gibi, Antakya'nın merkezinde yaşamıyorduk. Biz dağ gibi sağlam bir zeminde ve küçük bir evde böyle sarsıldıysak, şehir merkezindeki insanlar nasıl etkilenmişlerdir diye düşünüyorduk ancak şehrin ne durumda olduğundan haberimiz yoktu. Komşularımızla toplanmıştık. Beraber ağlıyor ve sevdiklerimize ulaşmaya çalışıyorduk. Şehrin ne derece yıkıldığını depremden yaklaşık bir saat sonra yanımıza gelebilmiş olan bir aileden aldık. "Rönesans yok! Şehir yok! Yıkıldı her yer!" diyordu gülerek. Nasıl olabilirdi ki bu? Karşımızdaki kişi sinirden gülerken abartıyor diye kendimizi avutuyorduk. Rönesans nasıl yıkılmış olabilirdi ki? Koskoca Rönesans. Nasıl yıkılırdı ya Rönesans?

Yıkılırmış koskoca Rönesans. Hem de sadece Rönesans değil, abartısız tüm şehrimiz yıkılırmış. Alırmış sevdiklerimizi elimizden. Bir dakikadan kısaymış hayatımız.

Depremden sonraki günler o kadar kötüydü ki, size anlatamam. Enkaz altında kalan akrabalarım, arkadaşlarım, dostlarım ve şimdi ne yapacağız hissi.

Artık burada yaşayabilir miydik? Benzinimiz yoktu, kalan azıcık benzinimizle ısınmaya çalışıyorduk. Nasıl inecektik şehir merkezine? Ne yapacaktık şimdi? Deprem öncesi çok uzak geliyordu artık, birkaç saat geçmiş olsa bile.

Ben, merkezde birebir şahit olmadan, sevdiklerimin haberlerini güç bela başka şehirdeki arkadaşlarım aracılığıyla alabilmişken, gerçek acıyı görmediğimi düşünüp kendimi dağda yaşadığım için bile suçlu hissederken, bu insanlar nasıl bu şehrin acısını rant haline dönüştürebilir diye sorguluyorum.

Çok acı bulunuyor bu topraklarda. Ben figüran gibi hissediyorum kendimi bu depremde. Ben bunun için bile suçlu hissediyorum kendimi.

Keşke diyorum, keşke insanlarda birazcık vicdan olsa. Keşke, depremde yıkılmış bir evi set olarak kullanmanın etik olmadığını bu insanlar da düşünebilse. Keşke, aynı acıyı yaşamış insanların önünde o geceyi canlandırmanın övünülecek bir şey olmadığını bu insanlar da fark edebilse.

Bizim acımız büyük, yasımız da. Biz sevdiklerimizi kaybettik, yuvamızı kaybettik. Antakya bambaşka bir tutkudur Antakyalı için. Başka şehirli biri belki anlayamaz bu hissimizi. Antakya'ya âşık büyür Antakyalı. Hepimizin şahsi meselesi olan Antakya, kimsenin rant merkezi değildir, olamaz da. Bu topraklardaki kolektif acı, kimsenin oyuncağı olamaz.

Üzerinden koskoca dokuz ay geçmiş olan depremin izleri silinmeye yakın bile değil. Bakmayın böyle dediğime, sildirmeyiz biz 6 Şubat yaralarını kimseye, unutturmayız kaybettiklerimizin ismini, hayallerini. Ancak söz konusu şehrin artık bir şehir olmadığını bilmeniz gerek.

Antakya ve Antakyalılar var olduğu sürece 6 Şubat anılacak, söylenecek, sorgulanacak. Ancak bu, 6 Şubat'ta galası yapılacak bir filmle olmayacak.