Duvara Karşı: Bir "Aşkla Hayatta Kalma" Filmi

Aşık olmak, ölüm ve yeniden doğuşun kıyısında yaşamak mıdır?

Cahit ve Sibel. İki ayrı dünyada ama ikisi de aynı duvara karşı hayatta kalmaya çalışan iki farklı karakter. Cahit siyah, Sibel siyah olmak için can atan bir gökkuşağı. Cahit ateşe koşan pervane, Sibel ateşin ta kendisiyken üstelik. Cahit'in bir amacı yok, Sibel amaçları uğruna bileklerini kesebilecek kadar cesur ve gözü kara. Yaşamak istiyor, Cahit'in aksine.

Fatih Akın sinemasının mihenk taşı olarak kabul edilen film adına yakışır bir sahneyle açılır; Barda kavga edip oradaki sarhoşlardan dayak yiyen ana karakter Cahit, arabasını son sürat bir duvara sürüp intihara kalkıştığında arka fonda Depeche Mode çalıyordur; "I feel you..."

Hemen ardından bir Alman kliniğinde devam eden sahnede Cahit gibi intihara kalkışmış ama "başaramamış" bir diğer ana karakter, Sibel çıkıyor karşımıza. Klasik baskıcı Türk aile yapısından muzdarip "alamancı" bir ailenin kızı olan Sibel -kendince- bileklerini kesmekle ölmek istememiş, yaşamak istediği hayata geçişini kolaylaştıracak bir yol seçmiştir. Cahit'le tanıştıktan hemen sonra ona evlenme teklifi eder, sıkıştığı yerden çıkması için bir kurtuluş bileti olarak görür Cahit'i. Her şeyden önce Türk'tür. Sibel'in ailesi Cahit'in etnik kimliğini onaylayacaktır, ayrıca Türk olmasına rağmen bir Alman gibi rahat yaşıyordur, bu da Sibel'in işine gelecektir, kimse kimsenin hayatına karışmayacaktır ama dışarıdan bakıldığında iki Türk evli olarak gözükeceklerdir. Sibel de babası ve abisinin esaretinden kurtulacaktır.

Film tam burada ilk kırılma noktalarından birini gerçekleştirir, Cahit Sibel'le bir barda bu teklifi reddettiğini konuşurken Sibel'in ani bir refleksle masadaki içki şişesini kırıp cam parçasıyla bileklerini "dikine" kesmesi, ilk karşılaştıkları anda Cahit'in Sibel'in bileklerindeki kesik açısına "Öyle ölemezsin, yatay değil dikey kesmen gerekir." sahnesine bir göndermedir. Olayın ardından Cahit hayattaki amaçsızlığını Sibel'in kurtarıcısı olarak bertaraf etmek ister.

"DÜNYAYI DEĞİTİREMİYORSAN, DÜNYANI DEĞİŞTİR."

Başlarda basit bir anlaşmadan farksız olan bu evcilik oyunu gün geçtikçe içinden çıkılması imkansız olan bir karmaşıklığa doğru sürüklenmektedir. Sibel istediği hayata ulaşmış, tatmak istediği duyguları en uç noktalarda yaşamaya başlamıştır. Cahit ise evde başka bir insanın varlığına alışmış, hatta bu durumu iyiden iyiye benimsemeye başlamıştır. İkisi de kendi dünyalarındaki kimliklerinde birbirlerinin özel alanına müdahale etmeden geçer günler, fakat hayatın onlar için başka planları vardır.

Aynı evin içindeki iki farklı hayatta ikisi de "devam etmenin" yollarını ararken her arayışın birbirlerine çıktığını fark ederler. Aslında onları birbirine iten şey kökleri değil, köklerine açtıkları isyan bayraklarıdır.

Tam da burada, aidiyet duygusu barındırmayan Cahit'in kendi etrafına ördüğü duvarları kıra kıra Sibel'e nasıl âşık olduğunu görürüz.

Hikâye bu noktada ikinci ve en önemli kırılma noktasını gerçekleştirir; Cahit aşkını inkar edemeyecek bir noktada Sibel'den artık uzak duramazken Sibel de Cahit'i önceleri yaşamak istediği salt cinselliğin çok uzağında bir yerde görmeye başlar, ruhen yalnızca ona ait olmak istediğini fark eder. İkisi de artık eski hayatlarından tat alamamaya başlarlar ve kâğıt üzerindeki o evliliği gerçek bir ilişkiye dönüştürmek isterler. Ancak işler istedikleri gibi gitmez ve bir gece Sibel'in eski sevgililerinden biri Cahit ile tartışır ve bu tartışmanın sonunda Cahit adamı öldürür.

Bu olaydan sonra ikisinin de hayatı tepetaklak olur; Cahit hapse girer, cinayet haberi gazetelere manşet olur ve haber "kıskançlık krizi/namus cinayeti" gibi sansasyonel başlıklarla servis edilir. Sibel'in ailesi bu haberlerden sonra onu evlatlıktan reddeder, abisi Sibel'i öldürmek için peşine düşer ve karakter bir "namus cinayetine" kurban gitmemek için Almanya'yı terk eder, İstanbul'a, kuzeni Selma'nın yanına taşınır.

Film tek bir konuyla sınırlandırılamayacak kadar derin ve eşsiz, hikâye birden çok konunun birbiri içinde harmanlandığı ve Sibel'le Cahit'i aynı anda dönüştürdüğü kült sahneleriyle dikkat çekiyor.

Salt bir aşk hikâyesinden çok dönemin kültürel sarkazmlarına değinen film, Almanya'da yaşayan Türklerin kendi aralarında yobaz ve baskıcı bir aile kavramı benimserken, dışarıya yansıttıkları "Türk olmalarına rağmen modernler" görüntüsü üzerinden etnik köken kavramının değişen durum ve koşullara göre ne derece iki yüzlü olabildiğini gözler önüne seriyor.


Filmin sonunda Cahit hapisten çıkar ve yıllara rağmen Sibel'e kavuşmak için Türkiye'ye gider. İstanbul'da Selma'yı bulur ve Sibel'in nerede olduğunu sorar. Selma Cahit'e Sibel'in bambaşka bir hayatı olduğundan bahseder, öyledir de; Sibel için İstanbul'da yaşamak hiç kolay olmamıştır, Almanya'da doğup büyümüş biri olarak -her ne kadar ataerkil geleneklerle yetiştirilmiş olsa da- Türkiye'nin perspektifine uyum sağlayamaz, Almanya'daki sosyal hayatını İstanbul'a uyarlamaya çalışsa da başarılı olamaz. Bir gece bir barda tecavüze uğrar ve bıçaklanır, o gece Cahit'in tanıdığı Sibel'in yeni hayatının ilk gününden önceki son gecesidir.

Duvara Karşı, günümüz toplumlarındaki çoğu meselenin "modernleşmeyle geleneklerine bağlı kalmak arasındaki sıkışmışlık hissinden" ortaya çıktığını, kendi duvarlarının içinde kaybolmuş iki karakter üzerinden seyirciye sunuyor. Sibel'in intiharı, boyun eğmek istemediği ataerkil düzene bir başkaldırıyken Cahit'in o arabayı son sürat duvara sürmesi yoksunluğunu çektiği aidiyet duygusundan kurtulmaktır.

Bu aşkın sonunda Sibel İstanbul'da zor da olsa bir yere ait olabilmiş ve hayata kök salabilmişken, Cahit amacına yenilmiş ama köksüzlüğüne açtığı savaştan galip çıkmıştır; Mersin'e, özüne dönerken hayata tutunma amacını, Sibel'ini yerinde bırakır koparmadan, çiçeklensin diye.

Ve perde kapanır;

"Herkes sevdiğine böyle mi yapar?"

Hayattan hiçbir beklentisi kalmamış bir adamla, hayatını bütün namus dogmalarından kurtarmaya adamış bir kadının, sınıfsal modernitenin ortasında bağdaş kurup birbirlerine bir amaç vermelerinin hikâyesi.